20 Haziran 2009 Cumartesi

Jean Baudrillard

29 Temmuz 1929'da, Reims - Fransa'da bir devlet memurunun çocuğu olarak doğdu. Sorbonne Üniversitesi'nde Almanca okudu, ailesinde üniversiteye gitmiş olan ilk kişiydi. Mezun olduktan sonra bir süre eğitim kurumlarında Almanca öğretmiştir. 1950-1960lardaki bu dönemde, Cezayir sorunu yaşamını ve düşüncesini fazlasıyla etkilemiştir. Almanca öğrettiği bu dönemde doktora tezine de (sosyoloji üzerine) devam etti. 1966'da doktora tezini bitirdi, tezinin başlığı "Thèse de troisième cycle: Le Système des objets" idi. 1966 yılının Eylül ayında Université de Paris-X Nanterre'de (Nanterre Üniversitesi - Paris-X) asistan oldu. 1968'deki öğrenci eylemlerinin etkisinde kaldı, Yapısal Marksizm ve medya teorileri ile ilgilendi. 1972'de aynı üniversitede, profesör olarak, sosyoloji öğretmeye başladı. Ama, 1987'de okulu bıraktı. 1987'dan 1990'a kadar Université de Paris-IX Dauphine'de (Dauphine Üniversitesi - Paris-X) görev aldı. 2001 yılında ise European Graduate School'da kültür felsefesi profesörü oldu. Bugün hâlâ bu görevine devam etmektedir.
Çalışmaları
Bugünün siyasi ve ideolojik akımlarını reddetmesi ününün artmasına neden olmuştur. Bugüne kadar bir çok önemli çalışmaya imza atmıştır. Simülasyon kuramını oluşturmuş, kitle zihni üzerine çarpıcı satırlar yazmıştır. Tüketim üzerine düşünceleri ve yapıtları ise onun ününe ün katmıştır. Medya ve kitle iletişim araçlarına dair eleştirileri de diğer düşünceleri kadar çarpıcıdır. Birinci Körfez Savaşı üzerine yaptığı açıklamalarla, Körfez Savaşı'nın oluşumunu ve etkilerini entelektüel bir açıdan farklı bir şekilde yorumlamıştır.

İmparatorluk, Michael Hardt, Antonio Negri

İmparatorluk
Michael Hardt, Antonio Negri

Bazı kitaplar vardır, yaşadıkları döneme tanıklık etmekle kalmayıp geleceğe de ışık tutarlar. M. Hardt ve A. Negri'nin İmparatorluk'u da çok sayıda düşünür tarafından böylesi bir eser olarak gösteriliyor. İmparatorluk'u bu kadar önemli kılan, küreselleşme çağını her yönüyle irdelerken, küreselleşme mağdurlarından yana aktif bir tavır alması, onları küreselleşmenin vahşetinden kurtaracak alternatifler de önermesidir.

Ulus-devletlere dayalı çağ sona erdi. Sermaye küresel çapta önüne çıkan her engeli yıkıyor; Seattle'dan Cenova'ya uzanan isyan dalgasına rağmen, muhalefet güçleri zayıf; karamsarlık iliklere işlemiş durumda. Mevcut durumu açıklamakta emperyalizm kavramı yetersiz kalıyor; yeryüzünü ele geçirmekte olan merkezsiz ve topraksız egemenlik aygıtını Hardt ve Negri İmparatorluk diye adlandırıyor. İmparatorluk döneminde artık dışarısı kalmamıştır. Egemenlik, tek bir yönetim mantığına göre işleyen ulus-üstü organların eline geçmiştir. Adalet kaygısından yoksun biçimde işleyen sömürü mekanizmaları artık fabrika duvarları ve ulus-devletin sınırlarıyla yetinmeyerek yeryüzünün her köşesine yayılmıştır. Ama İmparatorluk özgürleşme için yeni imkanlar da sağlamaktadır; Marx'ın kapitalizmin kendinden önceki üretim biçimlerinden ileri olduğunu söylemesi anlamında ilerici bir boyut da içerir. Bu nedenle Hardt ve Negri küresel sermaye karşısında ulus-devleti güçlendiren her türlü politik stratejiyi reddediyor. Onlara göre küreselleşmeye karşı yerele dayalı itirazlar, dışarısı kalmayan bir dünyada dışarı yanılsaması yaratmaktan başka bir işe yaramaz. Artık ülkeden sökülüp atılacak emperyalizm ve ele geçirilecek bir iktidar odağı yoktur; bunları hedefleyen politik hareketler ömrünü tamamlamıştır. Yerelin farklılıkları küreselin homojenliği karşısında direnme gücünü yitirmiştir. İktidarın küreselleşmesi iktidar karşıtlarının yeryüzünü yurt edinerek, evrensel yurttaşlık hakkını savunarak insanlığı kucaklayarak gerçek bir enternasyonalizmin temellerini atabilir, hayatlarını otonomlaştırarak yeniden üretebilir; İmparatorluğun her yerdeki kalbine yine her yerden darbe indirebilirler. M. Hardt ve A. Negri, İmparatorluk'la değişen dünyayı yorumlamakta zaaf gösteren muhalif düşünceye yeniden atak imkanı sunarken Türkçe basım için yazdıkları önsözde "şenlik" müjdesi veriyor.

...

İmparatorluk'u okuduktan sonra, kimse kendini "bu kitap mutlaka yazılmalıydı" duygusundan kurtaramaz. Hardt ve Negri'nin ortaya koyduğu şey, çağımız için Komünist Manifesto'yu yeniden yazmaktan hiç farklı değil. İmparatorluk, küresel kapitalizmin sonunda kendini yıkacak çelişkiler ürettiğini gösteriyor. Bu kitap, yalnızca "tarihin sonu" kehanetlerinde bulunan tuzu kuru liberaller için değil; günümüz kapitalizmiyle cepheden yüzleşmekten kaçınan sözde-radikal kültür araştırmaları için de ölüm çanları çalıyor.
- Slavoj Zizek-

İmparatorluk, klasik Marksist yaklaşımdan daha "komünist" bir militanlık ve sınıf mücadelesi öngörüsünde bulunuyor. Kesinlikle, felsefeciler, siyaset bilimciler ve sosyalistler arasında uzun süre ateşli tartışmalara neden olacak. Sonuç ne olursa olsun, devasa bir entelektüel zenginlik sağlayacak.
- Etienne Balibar-

Metin Çözümlemeleri

Metin Çözümlemeleri
Yasemin G. İnceoğlu, Nebahat Akgün Çomak

Ayrıntı Yayınları

Bütün sosyal bilimler, özellikle de medya ve iletişim öğrencileri ve öğretmenleri için bir başucu kitabı...

Hepsi konularında uzman hocaların çeşitli metin çözümleme kuramları ve kuramcıları üzerine yazdıkları, anlaşılır ve açıklayıcı metinler toplamı bize Umberto Eco, J. Habermas, Guy Debord, Teun A. van Dijk gibi kuramcıları anlamak için bir kılavuz sunuyor.

Metin Çözümlemeleri adlı kitapta yer alan metinler, yeniden okunmuş, alt-üst edilmiş, çözümlenmiş, ayrıştırılmış, yeniden üretilmiş ve inşa edilmişlerdir. Çözümlemeye ya da yeniden okunmaya alınan metinlerin bağıntıları, anlam kaynağına yaslanarak, eriştiği her yeni noktada, kendini yeniden üretmekte ve yeniden yorumlanabilecek duruma gelmektedirler.
İnsanoğlunun adeta bitmeyen uğraşısı olarak nitelendirebileceğimiz metin çözümlemeleri, bir yandan metnin nasıl eklemlendiğini çözümlerken, diğer yandan kurguyla gerçeklik izleniminin örtüştüğü alanı da ortaya koymaktadır.
Kendi alanlarında yetkin akademisyenlerin bir eseri olan Metin Çözümlemeleri okuru da oyuna dahil ederek ona önemli bir sorumluluk yüklüyor: Önceden kazandığı bilgi ile metin arasında kuracağı ilişki becerisini geliştirme sorumluluğu...

Kusursuz Cinayet

Kusursuz Cinayet
Jean Baudrillard

Ayrıntı Yayınları / İnceleme Dizisi Etiket: 10,00 TL
NetKitap Ederi: 7,50 TL


Bu bir cinayetin -gerçekliğin katlinin- öyküsüdür. Ve bir yanılsamanın -yaşamsal yanılsamanın, dünyaya ilişkin temel yanılsamanın- yok edilmesinin öyküsüdür. Gerçek, yanılsama içinde kaybolmaz; bütünsel gerçeklik içinde kaybolan, yanılsamadır. Eğer cinayet kusursuz olsaydı, cinayetin öğelerini sergilemeyi amaçlayan bu kitabın da kusursuz olması gerekirdi. Ne yazık ki cinayet hiçbir zaman kusursuz değildir. Kaldı ki gerçeğin yok edilmesini anlatan bu polisiye kitapta, ne nedenler ne katiller saptanabildi ve gerçeğin cesedi de hiçbir zaman bulunamadı. Bu kitabı yönlendiren düşünceye gelince, o da hiçbir zaman saptanamadı. Cinayetin silahı bu düşünceydi. Her ne kadar cinayet hiçbir biçimde kusursuz olmasa da, kusursuzluk, adının da gösterdiği gibi her zaman bir suçla ilgilidir. Aynen kötülüğün şeffaflığı içinde, kötülüğü oluşturanın şeffaflığın kendisi olması gibi kusursuz cinayette de kusursuzluğun kendisi cinayettir. Ama kusursuzluk hiçbir zaman cezasız kalmaz: Kusursuzluğun cezası, onun aynen yeniden üretilmesidir.

Foucault'yu Unutmak

Foucault'yu Unutmak
Jean Baudrillard

Dokuz Eylül Yayınları
Baudrillard'a göre Foucault'nun söylevi özetle iş işten geçtikten sonra ortaya çıkan bir mesihin, iş işten geçtikten sonra yapılmaya çalışılan bir devrimin, iş işten geçtikten sonra çekilmiş bir söylevin simülatif özelliklerine sahiptir. İşte bu yüzden Foucault'yu Unutmakta yarar vardır!

Bir Parçadan Diğerine

Bir Parçadan Diğerine
François L'Yvonnet ile Söyleşi
Jean Baudrillard

İnkılap Kitabevi /

Birçok yapımı Türkçeye çevrilmiş, yerleşmiş düşüncelere karşı çıkan ünlü Fransız düşünür, sosyolog, kuramcı Jean Baudrillard'ın bir ilginç yapıtını daha Türkçeye kazandırıyoruz. Jean Baudrillard bu yapıtında daha Fransız felsefeci, gazeteci François L'Yvonnet ile söyleşiyor, sorulara kendisine özgü üslubu ve postmodern düşünceleri doğrultusunda çarpıcı yanıtlar veriyor. Kitapta, "ayrıntı, parça, patafizik, aforizmalı yazı, fotoğraf" ele alınan başlıca konular arasında. Baudrillard bu vesileyle Nietzche, Walter Benjamin, Hegel, Helakletios, Paskal, Derrida gibi düşünürlerle Baudrillard, Hölderlin, Céline, Bataille gibi edebiyatçılar hakkındaki görüşlerini de aktarıyor. Yapıtlarında genellikle büyük toplumsal hareketler, üretim ve tüketim, değiş tokuş, cinayet, öteki, simülasyon, baştan çıkarma, kötülük gibi birçok konuya değinmiş olan Jean Baudrillard'ın özgün ve çarpıcı düşüncelerini, kendi okurunun yanı sıra onunla ilk tanışacak okurun da tat alarak okuyacağını umuyoruz.

Siyah 'An'lar

Siyah 'An'lar
Jean Baudrillard

Ayrıntı Yayınları / İnceleme Dizisi Etiket: 21,00 TL
NetKitap Ederi: 15,75 TL


Çağdaş Fransız felsefesinin en çarpıcı yazarlarından biri olan Baudrillard Siyah 'An'lar'da, 1980-1990 yılları arasında kendisi için tuttuğu notları okuyucuyla paylaşarak hayatı algılamanın, onu parmaklarının ucunda hissetme çabasıyla mümkün olabildiğini ortaya koyuyor. Daha önce yayınevimizde, Amerika, Kötülüğün Şeffaflığı, Kusursuz Cinayet ve Tüketim Toplumu adlı kitapları yayımlanmış olan Jean Baudrillard, bu kitabıyla inançlarına yapışık yaşayanları sorgulayıp didiklerken kendilerini yok sayarak başkalarına yer açabilenleri yüceltiyor. Yoğun, zehir gibi gözlemleriyle tarihin hiç alışamadık bir yorumunu sunuyor. Bütün toplumsal, siyah yapıların yanı sıra entelektüelliği de mahkûm ediyor. Doğanın, bütün ritüelleriyle ölümü kusursuzluk mertebesine yükselttiğine; düşüncenin ise paradokslar zincirinden ibaret olduğuna inanıyor. Kavramlara takılıp kalan ve hayatın ötesine savrulan felsefeleri eleştiriyor. Hayatın bütün anlarını, bütün 'siyah anlar'ını dolu dolu algılamak istiyor ve bunu yaparken seçkinliğe taviz vermiyor. Baudrillard'a göre dünyamız kendi gerçeklerini var etmek için yokoluşa sürükleniyor; onu ilgilendiren de işte bu yokoluşun öyküsü. Ona göre yazmak, kendini ifade etmenin bir biçimi değil yokluğa yönelik bir tutku; çünkü yazı dili değiştiriyor, var ettiği anlamı da yok ediyor. Elimizde kalan tek hayati yoğunluğun baştan çıkarma olduğuna inanıyor Baudrillard. Güzelliğiyle onu şaşırtan kadın karşısında hayranlık duyuyor; kaybettiğinde derin bir yara alacağını bile bile... Baudrillard'ın Siyah 'An'lar'ı, son demlerini yaşayan uygarlığımızın son yirmi yılına dair yalın ve görkemli bir tanıklık, bir ayna. Bizleri, bütün duygularımızla çevremizde olup biten her şeyi algılamaya çağrıyor sanki. Hayatı parmaklarının ucunda hissetmek isteyenler için...

Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm

Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm
Jean Baudrillard

Boğaziçi Yayınları

Modern toplumların örgütlenme biçimi, ilkel ya da geleneksel toplumlardaki gibi, simgesel değiş tokuş üzerine oturmamaktadır. Modern toplumların simgeselden bir ölüden korkar gibi korkmalarının nedeni belki de budur. Tüm ekonomi politik ve libidinal ekonomi anlayışlarının ötesinde yer alan ve gözlerimizin önünde cereyan eden değeri yok etme ilkesi üstüne kurulmuş bir toplumsal ilişki biçiminin, bizi, ilkel oluşumlar modeline gönderdiği görülmektedir.

Bu kitap emek, moda, vücut, ölüm, şiir dili gibi çeşitli alanlardan yola çıkarak bu şemayı çözümlemeye çalışmaktadır. Bu metin, günümüzde halen yerleşik disiplinler olarak sunulan bu alanları birer simülasyon modeli olarak ele almakta ve çözümlemektedir. Gerçekliğin aynası mı yoksa kuramsal bir meydan okuma mı? Bağışın karşı-bağışla tersine çevrilebilirliği, değiş tokuşun kurban etme eylemi sırasında tersine çevrilebilmesi, zamanın döngüsellik, üretimin yok etme, yaşamın ölüm tarafından tersine çevrilebilmesi, dile ait her terim ve değerin çevrik-söz tarafından tersine çevrilmesi. Bütün bu alanları belirleyen ve zamanın, dilin, ekonomik değiş tokuşlarla, biriktirilen iktidarın çizgiselliğine bir son veren biçimin adı tersine çevirmedir. Tersine çevirme bizim açımızdan yok edilme ve ölüm anlamına gelmektedir. Simgesel yok eden ve öldüren bir biçimdir.

İmkansız Takas

İmkansız Takas
Jean Baudrillard

Ayrıntı Yayınları

Eserleri ve düşünceleri dünyada olduğu kadar Türkiye'de ilgi ve merakla izlenen Fransız düşünür Jean Baudrillard, İmkansız Takas'ta yaşadığımız çağın ve tek tek hayatlarımızın lanetli yanları üzerinde düşünmeye yöneltiyor bizleri...

Her şeyin bir sona doğru evriliyor gözüktüğü bir dünyadaki sınır-durumlar üzerine sorular soruyor ve cevaplar arıyor Baudrillard. Dünyanın yerine ne koyabiliriz? Düşüncenin, duygunun, arzunun yerine ne koyabiliriz? Yaşamı neyle takas edebiliriz? İnsanlık olarak, takas edilemezsin, imkansızın sınırına dayandığımızın işareti İmkansız Takas.

Bu evreye niçin ve nasıl geldiğimizi bize açıklayan Baudrillard, her şeyin bu İmkansız Takas'a bağlı olduğu üzerinde duruyor. Ekonomi, teknik gibi alanlardaki sözde gelişmelerin, baş döndürücü atılımların ötesine bakmaya cesaret edersek, sözde-gerçekliklerin örtbas edilmeye çalışılan çatlaklarına gözümüzü dikebilirsek, insanlığın icat ettiği tüm rasyonel sistem ve değerlerin tek mutlak eşdeğerinin Boşluk olmasından başka bir Gerçek çıkmaz karşımıza. Ve Boşluk takas edilemez bir şeydir. Tanrının sembolik ölümünün ardından başlayan modernite süreci içinde insanlar önce tüm yaşamı teknikleştirdiler, giderek de bu teknik dünyanın yerine sanal olanı, hiper-gerçeği koydular. Böylece kendi boş gerçekliklerinden kurtulup 'gerçekten daha gerçek', 'doğrudan daha doğru' bir gerçeklik bulmayı umdular. Sonuç: Hüsran! ...

İşte bu noktada, makinenin egemenliğinden ve tahakkümünden, sanalın ve aynı'nın zorbalığından bunaldığımız anda, bizi biz yapan şeye işaret eder Baudrillard. Haz, yaşam zevki ve sarhoşluğu ile ironi duygusudur bu... Sistemin zaferinde delik açacak ve belki de tüm akışı tersine çevirecek olan şey işte budur!

İçinde yaşadığımız sistemin ölümcül nihilizmine, eli kulağında felaketine bir direniş ihtimali için okunmalı İmkansız Takas...

Çaresiz Stratejiler, Jean Baudrillard

Çaresiz Stratejiler
Jean Baudrillard

Boğaziçi Yayınları

Tamamen gereksizleşmiş bir radikal eleştiri düşüncesiyle, giderek mükemmelleştiği düşünülen bir dünyada her türlü olumsuzluğun bir çözüme kavuşturulduğu, bu arada eleştirel düşüncenin sosyalizm adlı yazlık evine çekildiği, arzu oyununun çoktan sona ermiş olduğu günümüzde, şeyleri yeniden o bir muammaya benzeyen sıfır noktasına oturtmaktan başka yapılacak ne kalmıştır ki?

Oysa günümüzde muamma tersine çevrilmiştir. Eskiden Sfenks insanlara, insanlarla ilgili sorular sorardı. Ödip bu soruları yanıtladığını sanmıştı. Biz de öyle sandık. Oysa günümüzde insan yaratığa, yani Sfenks'e yaratık, yazgı, dünyanın girişimlerimizle, nesnel yasalara karşı yaptığı saygısızlıkla ilgili sorular sormaktadır. İnsandan daha kurnaz olan nesneyse (Sfenks) artık hiçbir soruya yanıt vermemektedir.

Oysa yasaları çiğneyip arzuyla dalga geçtiği sırada kimi soruları gizlice yanıtlamak durumunda kalmaktadır. Bu soruların üstüne üstüne gitmek ve sıradan stratejilere çaresiz stratejilerle karşı çıkmaktan başka bir seçeneğimiz yoktur.

Baştan Çıkarma Üzerine

Baştan Çıkarma Üzerine
Jean Baudrillard

Ayrıntı Yayınları

Baştan çıkarma, Batı'nın tarihinde, Şeytan'ın stratejisi olarak görüldü hep. Kötülüğün stratejisiydi o, yeryüzündeki lanet, hayatın hilesi... Günümüzde, Batı kültürü, her şeyi, libidoları, enerjileri, cinselliği, kötülüğü, sapkınlığı... serbest bıraktı! Yükselen değerlerini, hortlattığı bu duygu ve enerjilerin tüketimi üzerine kurdu. Ama baştan çıkarma hâlâ karanlıkta; hatta iyice karanlığa gömüldü. Bir gecelik aşklar, mekanik cinsellik, sanal seksler çağında, baştan çıkarmaya, baştan çıkarmanın örtülü, muğlak, gerilimli dünyasına, flörte, ütopik aşka, aşk ütopyasına yer yok. Baudrillard, Baştan Çıkarma Üzerine'de bizi başka bir âleme, baştan çıkarmanın o karanlık âlemine sürüklüyor. Başka bir hayat tahayyülüne dair ritüellerin, oyunların, karşılıklı kozların, atılan ve geri çekilen adımların, söylenen ve söylenmeyen sözlerin, kaçamak bakışların, belli belirsiz dokunuşların, strateji ve taktiklerin bu dünyasında, kurulu düzene ait hiçbir şey yok. Değişmez, kalıcı, temelli hiçbir şey yok. Baştan çıkarma Tanrı'nın düzenini, üretimin ya da arzunun düzenini altüst eder. Tüm ortodoks hayatlar ve düşünceler için bir tehdittir baştan çıkarma; cinselliğin, anlamın ve iktidarın altüst oluşudur. Baştan çıkaran kimdir, baştan çıkarılan kimdir? Kim kimi niçin, nasıl ve ne zaman baştan çıkarır?.. Belki de herkes hem baştan çıkarmakta hem de baştan çıkmaktadır... Baudrillard, sorularını ve yanıtlarını cinsellikten felsefeye, edebiyattan gündelik hayata uzanan bir eksen üzerinde işliyor. Kierkegaard'ın Baştan Çıkarıcının Günlüğü ve Fowles'ın Koleksiyoncu'su bu karanlık ve meşum yolculuğun önemli güzergâhları arasında. Baştan Çıkarma Üzerine'nin bizi davet ettiği dünyanın kendisi de baştan çıkarıcı. Bu Baudrillard metni, ümitsiz ve çıkışsız bir dünyadaki varlığımıza ironiyle bakma imkânı sunarken unuttuğumuz, unutmamız için her şeyin yapıldığı bir kavramı da yeniden dünyamıza sokuyor: Baştan çıkarma kaderdir çünkü.

Tam Ekran

Tam Ekran
Jean Baudrillard

Yapı Kredi Yayınları / Cogito Dizisi

Video, etkileşimli ekran, mültimedya, Internet, sanal gerçeklik: Karşılıklı etkileşim bizi her yandan tehdit ediyor. Her yerde mesafeler birbirine karışıyor, her yerde mesafe ortadan kaldırılıyor: Cinsiyetler arasında, zıt kutuplar arasında, sahneyle salon arasında, eylemin başkahramanları arasında, özneyle nesne arasında, gerçekle gerçeğin sureti arasında bir mesafe yok artık. Bu kavram kargaşası, zıt kutupların bu çatışması, olası değer yargısının artık hiçbir yerde olmadığını ortaya koyuyor: Ne sanatta, ne ahlakta, ne politikada.
Jean Baudrillard Tam Ekran'da gerçeğinin yerini almaya başlayan sanal dünyanın günümüz yaşantısına, politikasına, ekonomisine ne yönde etki ettiğini artık Türk okuruna da yabancı olmayan biçemiyle irdeliyor.

Gösterge Ekonomi Politiği Hakkında Bir Eleştiri

Gösterge Ekonomi Politiği Hakkında Bir Eleştiri
Jean Baudrillard

Boğaziçi Üniversitesi Yayınları / Sosyal Bilimler Dizisi Etiket: 22,00 TL
NetKitap Ederi: 16,50 TL


Gösterge ekonomi politiğinin eleştirisini yapan kuramcı sayısı yok denilecek kadar azdır. Veblen ve Goblot kültürel sınıf çözümlemesinin önünü açan çok önemli isimlerdir. Bu çözümleme "diyalektik materyalizmin" yapmış olduğu üretim güçleriyle ilgili çözümlemenin ötesine geçerek gösterişe yönelik bir değerler mantığından söz etmektedir. Bu mantığa göre egemen sınıf toplum üstünde kurduğu ve kodlar aracılığıyla sürdürdüğü hâkimiyeti devam ettirebilmek amacıyla, değerleri "tözsel açıdan değişikliğe" uğratmış ve böylelikle ekonomik düzende devrimler yaparak, toplumsal ilişkilerde değişikliğe yol açılmasını engellemiştir.

Ekonomik düzende belirleyici olan, birikim ya da artı-değerin elde edilme biçimidir. Kültürel göstergeler düzeninde belirleyici olansa harcama, yani yaşamın her alanına egemen olan koda boyun eğip töz değişikliğine uğrayarak gösterge/değer biçimini alan ekonomik değişim değeridir. Egemen sınıflar (ilkel ve geleneksel toplumlar) egemenliklerini ya her zaman gösterge/değerler üstüne oturtmuş ya da (kapitalist burjuva düzeninde olduğu gibi) sahip oldukları bu ekonomik ayrıcalığı göstergeler aracılığıyla sergileyerek onlara bir aşkınlık, bir kutsallık kazandırmaya çalışmışlardır. Egemenliğin en kusursuz aşaması bu sonuncusudur. Çünkü sınıf mantığının yerini alan bu mantık, üretim araçlarının mülkiyetiyle değil, anlam üretiminin denetimiyle ilgili olup maddi üretimden çok farklı bir üretim biçiminin varlığını zorunlu kılmaktadır; zaten Marksist çözümlemenin içinden çıkamadığı nokta da budur.

Amerika, Jean Baudrillard

Amerika
Jean Baudrillard

Ayrıntı Yayınları / İnceleme Dizisi Etiket: 10,00 TL
NetKitap Ederi: 7,50 TL


Baudrillard Amerika'da Avrupa kültürünün Amerika ile hesaplaşmasına alışılmadık bir boyut getiriyor. Amerika'yı ne modern Avrupa'yı tanımlayan kavram ve değerlerin tükenmişliğine ya da tıkanmışlığına bir alternatif olarak gören, ne de Avrupamerkezci bir kültür ve uygarlık anlayışıyla eleştirmeye yönelen bir kitap bu. Üçüncü bir yaklaşımın, Amerika'yı Amerika olarak anlamanın ve bunu da yerinde, Amerika'nın kendisinde yapmanın zorunluluğunu savunuyor. Öte yandan Baudrillard'a göre Amerika'yı yerinde anlamanın yolu müzelerini, kütüphanelerini gezmek, geleneksel anlamda kültürel ürünler olarak adlandırdığımız şeyleri aramak değildir. Tersine, doğanın insandan önce geçirdiği bütün evrimleri sergileyen ilkel bir coğrafya, kent kavramlarımıza sığmayan bir kentleşme, farklı bir birey, ahlâk ve sağlık anlayışı, bir 'başka-kültür' sunan Amerika'yı görmek gerekir. Bunu yapmaksa Batı'nın çöllerini boydan boya kateden otoyollarda gözden kaybolma noktasına varacak kadar hız yaparak Avrupa'da hiçbir zaman rastlanamayacak bir mekân ve yataylık deneyimi yaşamayı; Las Vegas'ı çölden fışkıran yapay bir ışık demeti olarak görebilmeyi; ne bir merkezi ne de dış sınırları olan ve böylece kent kavramını yeniden tanımlayan Los Angeles'ı gece karanlığında uzaktan seyretmeyi; New York'un siluetinde beliren yepyeni dikeyliği algılayabilmeyi gerektirir.

Simülakrlar ve Simülasyon

Simülakrlar ve Simülasyon
Jean Baudrillard

Dokuz Eylül Yayınları / Düşün Dizisi

"Gizlemek (dissimuler), sahip olunan şeye sahip değilmiş gibi yapmak; simüle etmek ise sahip olunmayan şeye sahipmiş gibi yapmaktır. Birincisi bir varlığa (şu anda burada bulunmaya) diğeriyse bir yokluğa (şu arada burada bulunmamaya) göndermektedir. Ancak bu olay sanıldığından daha da karmaşık bir şeydir. Çünkü simüle etmek "-mış" gibi yapmak değildir..."
J. Baudrillard

Şeytana satılan Ruh / Ya Da Kötülüğün Egemenliği

Şeytana satılan Ruh / Ya Da Kötülüğün Egemenliği
Jean Baudrillard

Doğu Batı Yayınları / Sosyal Bilimler Dizisi Etiket: 15,00 TL
NetKitap Ederi: 11,25 TL


Yüzünü her zaman ustalıkla maskeleyebilmiş Şeytan, modern uygarlıkta yine kendine yakışan kusursuz kıyafeti seçiyor. Şeytanın bu sefer bizlere hazırladığı tuzak, çektiği son numara, gerçekle kurduğumuz hayalî ilişkiler ağında aranmalıdır. Sadece bir süreliğine coşkuyla kendimizden geçiyoruz, fakat ardından benliğimizi kötülüğün mutsuzluk sarmalına doladıkça dolayan 'gerçekler' yığını, tepetaklak edilmiş bir dünyayı gözler önüne seriyor. İnsan benliği dünya adlı dev ekrana yansıyan zavallı görüntüsünü izlemekten mutsuz! Bu görüntüler arasında kendi ölümünün peşinde koşan modern sanat, sinema, fotoğraf, bilgi, iletişim, internet, her türlü politik cambazlık ve sayısız ideolojik tatmin nesnesi şeytanın kazdığı çukuru daha da derinleştiriyor. Şeytan, her şeyi verirmiş gibi yaptığı sırada aslında her şeyi alıp götürüyor. Bu oyunda kimse özgür değildir, herkes akıldışı bir performansla aynı anda hem köle hem de efendidir. İnsanı gönüllü bir köle olarak seyretmek şeytanı mutlu kılıyor. Efendilik mücadelesinde bir an olsun taviz vermeyen Şeytan, en çok bu oyunu seviyor? Baudrillard, bu kitabında şeytanın avukatlığını üstleniyor. En azından bu tehlikeli mesleğe soyunacak kadar cesur ve kaleyi içten fethedecek kadar sarsıcı? Baudrillard'ın son kitabını okurken, vahşi bir kültürsüzleşme ortamında muhalif bir zekânın nasıl ayakta durduğunu görüyoruz.

Tüketim Toplumu, Jean Baudrillard

Tüketim Toplumu
Jean Baudrillard

Ayrıntı Yayınları

Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. Böylece tüm bir toplumsal farklılaşma mantığı ortaya çıkar, diyor Baudrillard.

Postmodernizm ve Tüketim Kültürü

Postmodernizm ve Tüketim Kültürü
Mike Featherstone

Ayrıntı Yayınları


Her şey, bildiğimiz, inandığımız, güvendiğimiz her şey almış başını gidiyor. Kapitalizm, o bildiğimiz kapitalizm değil gibi. Üretimden ziyade tüketime, faydadan ziyade imaja, 'üretken emek'ten ziyade 'hizmet' sınıfına yaslanıyor gibi. İş saatleri içerisinde çileci bir etik hüküm sürerken; hafta sonları ve gece, dünya karşısında hedonistik bir yönelim benimsememiz talep ediliyor. Ulusaşırı sermaye sınır tanımaksızın gezegeni bir uçtan öbürüne katederken başta ulus-devlet olmak üzere devasa bürokratik aygıtları önüne katıp süpürüyor. Politik konumlar artık bildiğimiz konumlar olmaktan çıkmış gibi. Dünün en radikal ilerici konumları birden karşımıza, daha önceleri tarihsel ilerleme merdiveninde en aşağı basamağa yakıtştırdığı konumlardan bile güdük bir muhafazakarlıkla dikiliyor. Diyalektik mantığa göre aşılmış olması, hatta tarihin çöplüğüne çoktan fırlatılmış olması gereken ideolojiler, Tarih denilen masalla alay edercesine, gündelik hayatı yoğurmaya başlıyorlar. "Gibi!" Anahtar sözcük bu.
Kavramların iman etmeye değil, düşünmeye yaradığını, entelektüel dediğimiz yaratığın bir devanın eri değil araştırmacı olduğunu görenlere; karmaşıklığı artan bir dünyanın sunduğu

Mekânları Tüketmek

Mekânları Tüketmek
John Urry

Ayrıntı Yayınları

Turizm, otantik değerlerin ve yaşam biçimlerinin yapay olarak yeniden üretilip uygun fiyatla paketlenerek 'gelişmiş' Batılılara sunulmasıdır. Bu paket, yerli halkın işe giderken otantik üniformasını giydiği, kırsal alanın işaretli patikalarla 'doğa yürüyüşçüleri' için tanzim edildiği, yerel yiyeceklerin seri olarak üretilip ambalajlandığı, hepimizin kredi kartıyla üç taksitle ödemek koşuluyla birer başrol oyuncusu alabileceğimiz bir sahne performansını içermektedir. John Urry, Mekânları Tüketmek'te, sanayileşmeyle birlikte kentlerde gelişen doğadan kopuk yeni yaşam tarzının, kentsel alanda banliyölerde ve kırsal alanda yarattığı değişimi derinlemesine inceliyor. Bağlantılı olarak, yerlerin tüketilmesini düzenleme ve teşvik etmeye yönelik olarak gelişen hizmet sektörünü; bu tüketim pazarının giderek gelişmesiyle yerlerin, buralarda yaşayan ahalinin ve doğal çevrenin nasıl dönüştüğü ve yeniden yapılandırıldığını ortaya koyuyor. Ayrıca kırsal alanın tüketilmesinin değişen biçimleri bağlamında tüketimin doğasının ve metalaştırma ile kolektif coşkular arasındaki gerilimi araştırıyor. Yazar, 'gelişmiş' Batı'nın 'el değmemiş'e olan kibirli ve modernist merakı sonucu, bir zamanlar tarımsal üretim ve doğaya ev sahipliği yapan kırsal alanın, seçkinlere ve orta sınıf maceralarına hizmet için kurulmuş bir doğal ortam simülasyonuna dönüştüğünü gösteriyor. Urry, ayrıntılarıyla ele aldığı bu konuları, bir zaman-mekân toplumsal çözümlemesi çerçevesine oturtuyor. Sosyoloji disiplininin, diğer sosyal bilimlerin ilgi alanlarından beslenme ve bu alanların kapsadığı konuları kendi bünyesine alarak dönüştürme özelliği bağlamında asalak bir bilim olduğunu vurguluyor. Urry'ye göre bu asalak karakter, bugüne dek sosyolojik alanda tutarlı ve kapsamlı bir zaman-mekân toplumsal çözümlemesi geliştirmenin önünde bir engel teşkil etmekle birlikte, diğer bilimlerin birbirinden kopuk olarak algıladığı zaman ve mekânın bütünleyici bir çerçevede yeniden ele alınabilmesini olanaklı kılıyor. Gerçekten de Urry, turizm ve yerlerin tüketilmesine eğilirken politik, ekonomik ve kültürel süreçler üzerinde önemle durarak, bu türden kapsamlı bir zaman-mekân sosyolojisinin önemli ve özenli bir örneğini veriyor.

19 Haziran 2009 Cuma

Siyaset, Sosyoloji ve Toplumsal Teori

Anthony Giddens

Siyaset, Sosyoloji ve Toplumsal Teori

Toplumsal Düşüncenin Klasik ve Çağdaş Temsilcileriyle Hesaplaşmalar

Özgün adı: Politics, Sociology and Social Theory
Encounters with Classical and Contemporary Social Thought

Çeviri: Tuncay Birkan
Yayına Hazırlayan: Bülent Somay
Kapak Resmi: David Bomberg
Kapak Tasarımı: Semih Sökmen

Kitabın Baskıları:
İlk Basım: Ocak 2000



Siyaset, Sosyoloji ve Toplumsal Teori, toplumsal düşüncenin kurucu ve klasik metinleriyle günümüz tartışmalarını ilişkilendirmek, ve onlarla bugünün koşullarında yeniden hesaplaşmak üzere yazılmış makaleleri bir araya getiriyor. Anthony Giddens kitabını gerekçelendirirken şunları söyüyor:
"Geçtiğimiz yıllarda üç ana sosyoloji klasiğinin (Marx, Weber ve Durkheim) statüsünü etkileyen temel değişiklikler oldu. Düşünce tarihi alanında önemli tartışmalar yapıldı; özellikle sosyoloji alanında kapsamlı bir biçimde sürdürülen tartışmalardı bunlar. Dahası, "kutsal üçlü" birdenbire, Marksizmin nihai çöküşü olarak görülen olguyla birlikte, üçlü olmaktan çıktı. Sovyet Komünizminin çöküşü ve alternatif bir toplum düzeni modeli olarak sosyalizmin çözülüşü, Marx'ın statüsünün Weber ya da Durkheim'a denk sayılmasından vazgeçilmesi gerektiği anlamına mı geliyor?
İyi bir toplum oluşturma imkânlarının en baştan, tamamen yeniden netleştirilmesi ihtiyacını duyduğumuz günümüz dünyasında, eleşirel teori önemini hâlâ korumaktadır. Marx'ın zaafları kendisinin tam da en güçlü ve en özgün olduğunu sandığı noktalarda yatar, yani kapitalizmin sosyalizm tarafından aşılması hakkındaki düşüncelerinde. Marx'ın kendisiyle hâlâ canlı bir diyalog sürdürülen bir "klasik" olarak kalmasını garanti altına alan, en kalıcı katkısı ise, kısa ömürlü olacağını zannettiği sanayi kapitalizminin düzeni hakkındaki analizidir."


İÇİNDEKİLER


Önsöz
Sunuş

1 Max Weber Düşüncesinde Siyaset ve Sosyoloji
2 Marx, Weber ve Kapitalizmin Gelişmesi
3 Durkheim'ın Siyasi Sosyolojisi
4 Durkheim ve Bireycilik Sorunu
5 Comte, Popper ve Pozitivizm
6 Talcott Parsons'ın Yazılarında "İktidar"
7 İnanılmaz Guru: Marcuse'yi Yeniden Okumak
8 Garfinkel, Etnometodoloji ve Yorumbilgisi
9 Habermas'ın Emek ve Etkileşim Hakkındaki Düşünceleri
10 Foucault, Nietzsche ve Marx


OKUMA PARÇASI


Sunuş, s. 10-21

Bu kitapta klasik toplumsal teorideki ve daha yeni düşünce okullarındaki bir grup konu hakkında, birbirleriyle bağlantılı bir dizi düşünce sunuluyor. Kitaptaki ilk birkaç yazının yazıldığı sıralarda sosyolojik "klasikler" hakkındaki düşünce biçimi şimdikinden epeyce farklıydı. Yirmi yıl önce "klasikler"in bugünkü halleriyle pek ilgileri yoktu. O zamanlar İngilizce konuşulan dünyada sosyoloji, özellikle de teorik çalışmalar açısından, Amerikalılara ait perspektiflerin hâkimiyetindeydi. Gündem, Talcott Parsons'ın 1937'de yayımlanan ama savaş sonrası dönemin epeyce ileri tarihlerine kadar ciddi bir etki yaratmamış olan The Structure of Social Action (Toplumsal Eylemin Yapısı) adlı çalışması tarafından belirlenmişti. Sosyolojide sonraları "paradigma" denecek olan şeyi kurmaya çalışan ve bu amaçla on dokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyıl başı Avrupalı düşünürlerin yazılarını bir araya toplayan kişi Parsons'dı. Parsons'ın çalışmaları daha ilk yayımlandıkları dönemden itibaren hararetle eleştirilmiştir ve bugün halen eleştirel tartışmalara konu olmaktadır....
Sunuş, s. 10-21

Bu kitapta klasik toplumsal teorideki ve daha yeni düşünce okullarındaki bir grup konu hakkında, birbirleriyle bağlantılı bir dizi düşünce sunuluyor. Kitaptaki ilk birkaç yazının yazıldığı sıralarda sosyolojik "klasikler" hakkındaki düşünce biçimi şimdikinden epeyce farklıydı. Yirmi yıl önce "klasikler"in bugünkü halleriyle pek ilgileri yoktu. O zamanlar İngilizce konuşulan dünyada sosyoloji, özellikle de teorik çalışmalar açısından, Amerikalılara ait perspektiflerin hâkimiyetindeydi. Gündem, Talcott Parsons'ın 1937'de yayımlanan ama savaş sonrası dönemin epeyce ileri tarihlerine kadar ciddi bir etki yaratmamış olan The Structure of Social Action (Toplumsal Eylemin Yapısı) adlı çalışması tarafından belirlenmişti. Sosyolojide sonraları "paradigma" denecek olan şeyi kurmaya çalışan ve bu amaçla on dokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyıl başı Avrupalı düşünürlerin yazılarını bir araya toplayan kişi Parsons'dı. Parsons'ın çalışmaları daha ilk yayımlandıkları dönemden itibaren hararetle eleştirilmiştir ve bugün halen eleştirel tartışmalara konu olmaktadır.
Parsons'ın çığır açıcı kitabının erdemleri ya da kusurları her ne olursa olsun, sosyolojiyi ve bir ölçüde de diğer sosyal bilimleri kurup itibar kazandırdıkları söylenebilecek ayrı bir düşünürler "kuşağı" olduğu fikrini yaygınlaştıran temel etkilerden biri bu kitap olmuştu. Bu kuşak, "1890-1920 kuşağı", Parsons'a göre kendisinden önceki daha spekülatif toplumsal yorumlama biçimlerinden tayin edici bir biçimde kopmuştu; sonraları sosyal bilim için doğru düzgün kurulmuş bir teorik çerçevenin ortaya çıkmasını sağlayan zemini hazırlama işini de büyük ölçüde bu kuşak yapmıştı.
Şüphesiz bu düşünceleri ileri süren tek kişi Parsons değildi, ama yine de onun etkisi çok derin olmuştu. Parsons sosyolojinin kendine ait kurucu babaları olduğu fikrini ortaya atmış, Parsons'ın öğrencisi ve düşünce yoldaşı R. K. Merton bu fikri daha da geliştirmişti. Parsons'ın Toplumsal Eylemin Yapısı kitabı bir başka açıdan da önemliydi. Çünkü Max Weber'i sosyolojinin asıl kurucularından biri olarak Anglo-Sakson camiaya tanıtan kişi herkesten çok Parsons'dı. Parsons Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu'nu çevirmiş, Economy and Society'nin (Ekonomi ve Toplum) bazı parçalarını çevirerek İngilizce'de ilk kez yayımlatmış ve Weber'in yapıtının sosyolojik veçhelerini kamunun dikkatine sunmuştu.
Parsons'ın Weber yorumu kendine özgüydü, çünkü Parsons Weber'den kendi öğretilerini geliştirmek üzere yararlanmak istiyordu öncelikle. Ama başkaları "Parsons'ın Weber'i"ne hangi itirazları getirmiş olurlarsa olsunlar, İngilizce konuşulan ülkelerin sosyolojisinde Weber'in bu denli olağanüstü bir şahsiyet haline gelmesine çok erken tarihlerde yardım etmiş olan asıl bilim adamının Parsons olduğu kesindir. Weber her halükârda tanınırdı diye düşünülebilir, ama Parsons'dan önce Weber Anglo-Sakson yazarlarca daha çok bir iktisat tarihçisi ve hukuk teorisyeni olarak görülüyordu. Örneğin R. H. Tawney ve İngilizce'de General Economic History (Genel İktisat Tarihi) başlığıyla yayımlanmış olan metinlerin çevirmeni olan Frank Knight Weber'i bu şekilde yorumlamışlardı.
Parsons, Durkheim'ın İngilizce konuşulan dünyada alımlanma biçimi üzerinde bu kadar etkili olmadı. Durkheim'ın birçok yapıtı İngilizce' ye Weber'inkilerden önce çevrilmişti; dahası Durkheim açık açık sosyolojiden yana tavır almış biriydi ve düşünceleri daha en baştan beri İngiltere ve ABD'deki sosyoloji ve antropoloji disiplinleri üzerinde belli ölçüde etkili olmuştu. Yine de, antropoloji alanındaki –özellikle de Radcliffe-Brown'ın yazılarındaki– alımlanış tarzı sayılmazsa, Durkheim'ın düşüncesinin Anglo-Amerikan sosyoloji yazarları arasında doğru düzgün anlaşıldığı söylenemezdi. Bu yazarların çoğu Durkheim'ı metafizik bir kolektif bilinçten dem vuran bir teorisyen, "kolektif olan"ın daima "bireysel olan"dan üstün olduğunu düşünen biri olarak görüyorlardı. Parsons'ın Durkheim'ı konu alan çalışmaları, birçok kusurları olmasına rağmen, Durkheim'ın eserleri hakkındaki eleştirel analizleri yeni bir incelmişlik düzlemine çıkarmak gibi bir hizmet görmüştü.
Ben Capitalism and Modern Social Theory (Kapitalizm ve Modern Toplumsal Teori, 1971) adlı kitabımı ve elinizdeki derlemede yer alan bazı yazıları yazdığım sıralarda Parsons'ın etkisi doruğa ulaşmıştı. İlginçtir, sonraları sosyoloji bölümlerindeki lisans derslerinde hikmeti sorgusuz sualsiz kabullenilen geleneğin merkezi bir parçası haline gelecek klasikler üçlüsünü o sıralarda çok az kişi göz önünde bulunduruyordu. Toplumsal Eylemin Yapısı'nda Marx'a sadece birkaç sayfa yer verilmişti; Parsons, Marx'a 1890-1920 kuşağının faydacı bir öncüsü olarak bakıyordu.
Parsons'ın düşüncesinde yer aldığını düşündükleri bazı tek yanlı eğilimleri dengelemek amacıyla Marx'ı kullanmaya çalışan (Ralf Dahrendorf, John Rex ve David Lockwood başta olmak üzere) birçok yazar çıktı. Ama Marksistlerin çoğu Weber'le de Durkheim'la da pek ilgilenmiyor ve sosyolojik düşüncenin gelişimini daha çok, Marx'la Engels' den bir sonraki yüzyılda gelişmiş olan çeşitli Marksizm okullarına uzanan bir süreklilik çizgisi içinde ele alıyorlardı.
1960'larda bile sosyolojinin kendine ait kurucu babaları olduğu ve bunların özellikle Avrupa'dan çıktıkları fikri pek kabul görmüyordu. İngiliz sosyolojisi o döneme dek büyük ölçüde ampirik bir eğilim sergiliyordu ve toplumsal refah meselelerini odak alan bir yaklaşımın ve Fabiancılığın hâkimiyeti altındaydı. T. H. Marshall'ın yazıları bunun belki de en önde gelen örneğidir. Sosyoloji alanındaki teorik düşünceler antropolojinin gölgesi altındaydı. Radcliffe-Brown'ın yanı sıra Bronislaw Malinowski, E. E. Evans-Pritchard, Edmond Leach, Raymond Firth, Meyer Fortes, Audrey Richards ve daha birçoklarından oluşan göz kamaştırıcı antropoloji yazarları grubuyla kıyaslanabilecek hiç kimse yoktu sosyolojide. Karl Mannheim gibi –ki onun çalışmaları da zaten biraz daha önceki bir döneme aitti– bir iki göçmen yazar hariç yerli toplumsal teorisyenler antropologlarla aynı seviyede değillerdi. İlhamlarını kıta Avrupası düşüncesinden ziyade Spencer ya da Hobhouse gibi eski İngiliz düşünürlerinden alıyorlardı: Morris Ginsburg buna bir örnektir.
ABD'de o tarihte sosyologların çoğu köklerini yerli kaynaklarda buluyorlardı: Simgesel etkileşimcilik, Chicago Okulu vb. Albion Small'un sayesinde Georg Simmel'in yazıları –daha doğrusu bazı yazıları– ABD' de bir süre Weber'inkilerden de Durkheim'ınkilerden de –Marx'ı hiç saymıyoruz– daha iyi tanınmıştı. Parsons'ın çabalarının yanı sıra göçmen yazarlardan oluşan kayda değer büyüklükte bir grubun çalışmaları da bu önem sıralamasının nihayet değişmesine hizmet etti. Hans Gerth, Reinhard Bendix ve Lewis Coser, Parsons'a eleştirel bakıyorlar ve kendi yorumlarını getiriyorlardı. Ama bu yazarların yarattıkları kolektif etkinin, Amerikalıların sosyolojinin geçmişine dair yorumlarını tekrar Avrupa'ya yönlendirmekte çok önemli bir payı vardı.
Kapitalizm ve Modern Toplumsal Teori'de Marx hakkında, Weber ve Durkheim'la ilgili bölümler kadar kapsamlı bir bölüme yer verdim. Parsons'ın 1890-1920 "öncü" kuşağı fikrini ve Weber'le Durkheim hakındaki yorumlarının bazı yönlerini sorgulamaya çalıştım. Marx'ın, Weber'le Durkheim'ın işlediği temel teoremlerin bazılarını öngörmüş olduğunu göstermeye çabaladım; Marx'ın Weber üzerindeki etkisi Parsons'ın anlatımında değiştirilmiş bir biçimde görünüyordu, bense Weber'in Marx'a ne kadar çok şey borçlu olduğunu da göstermek istedim. Ondan sonra, kurucu babalar üçlüsü fikri epeyce güçlü bir biçimde yerleşti; benim tam olarak öngöremediğim ve özel bir katkıda bulunmak da istemediğim bir olguydu bu.
Geçtiğimiz birkaç yıl içinde üç ana sosyoloji klasiğinin statüsünü etkileyen temel değişiklikler oldu. Düşünce tarihi alanında önemli tartışmalar yapıldı; bütün düşünce disiplinlerinin geçmişinin yorumlanmasıyla ilgili olsalar da özellikle sosyoloji alanında kapsamlı bir biçimde sürdürülen tartışmalardı bunlar. Dahası, "kutsal üçlü" birdenbire, Marksizmin nihai çöküşü olarak görülen olguyla birlikte, üçlü olmaktan çıktı. Bir çok kişinin gözünde başladığımız yere, Parsons'ın sahneye ilk çıktığı zamanlara dönmüş gibiyiz. Sovyet Komünizminin çöküşü ve alternatif bir toplum düzeni modeli olarak sosyalizmin çözülüşü, Marx'ın statüsünün Weber ya da Durkheim'a denk sayılmasından tekrar vazgeçilmesi gerektiği anlamına geliyor. Marx'ın şu anki statüsü meselesine yine döneceğim; ama önce genelde sosyoloji klasiklerinin statüsüyle ilgili tartışmalara göz atacağım.
"Sosyoloji klasikleri"yle neyi kastetmemiz gerekiyor? "Klasik toplumsal teori" teriminin gerçek bir gücü var mı yoksa kolaylık olsun diye kullanılan muğlak bir etiketten mi ibaret? Hem "klasikler"le "kurucular" aynı mı?
Ben öncelikle, sosyoloji dahil bütün düşünce disiplinlerinin bizatihi sosyolojik, bir başka deyişle inşa edilmiş bir tarihleri olduğunu savunacağım. Bir disiplinin kurulduğu –kurucu babaları tarafından tohumlarının atıldığı– belli bir Arşimet noktası olduğu düşüncesi, ciddi bir biçimde irdelendiğinde ayakta kalamaz. Mesela Parsons 1890-1920 kuşağının kendilerinden önce olup bitenlerle aralarında "büyük bir kopuş" yarattıklarını iddia etmişti. Bir başka deyişle, sosyolojinin gerçek tarihi o dönemden başlatılabilirdi. Ama bu iddia, en hafif deyimle, tartışmalıdır. 1890-1920 kuşağının yeni bir disiplin kurmuş olma yolundaki iddialarını sorgusuz sualsiz kabul etmektedir. Toplumsal düşüncenin evrimindeki bundan önceki dönemlere bakarsak, bir dizi düşünürün kendi öncülerinin hatalarını artlarında bırakıp ilk kez olarak yeni bir toplum bilimi kurduklarını iddia etmiş olduklarını görürüz. Durkheim, Marx hakkında bu tür şeyler söylemişti. Ama Marx, Comte'la Montesquieu' yü aştığına inanıyordu; Montesquieu da selefleriyle kendisi arasında benzer bir ilişki olduğuna inanıyordu. Daha da önceleri, Vico da kendisinin toplumsal olanı konu alan "yeni bir bilim"in ilk kurucusu olduğunu düşünüyordu (ki onun gerçekten de böyle olduğu söylenebilir).
Bana kalırsa bütün düşünce disiplinlerinin herkesçe kabul edilen kurucuları vardır, ama bu kurucuların yapıtlarının "klasik" olarak genel kabul görmesine yalnızca bazı disiplinlerde rastlanır. Bütün disiplinlerin kurucuları vardır çünkü bunlar başlangıç mitlerinin birer parçasıdırlar. Bir harita üzerindeki ülkeler arasındaki sınırlar ne kadar doğalsa disiplinler arasındaki ayrımlar da o kadar doğal sayılabilir. Kabul görmüş bütün düşünce disiplinleri, milletlerin kurulması sırasında yaşanan süreci andıran bir kendi kendini meşrulaştırma sürecinden geçerler. Bütün disiplinlerin kendi kurmaca tarihleri vardır; bütün disiplinler hem kendi iç gelişimlerinin ve birliklerinin haritasını çıkartmanın, hem de kendileriyle diğer komşu disiplinler arasında sınırlar çizmenin bir aracı olarak, geçmişe ilişkin mitlere başvuran hayali cemaatlerdir.
Bir milletin toprak sınırları hiçbir doğal özelliğe sahip olmayabilse de muazzam bir simgesel değer kazanabilir. Bu sınırlar aynı zamanda hem bağlılıkların hem de bölünmelerin kaynağıdır genellikle. Kimlikleri ve farklılıkları öğretim müfredatına bağlı olan düşünce disiplinleri için de büyük ölçüde aynı şey geçerlidir. Kullanılan terminoloji bile birbirine benzer: Bir devletin sınırları belli toprakları, bir disiplinin de sınırları çizilmiş bir "alanı" vardır; her ikisinde de bu alan bazı alt-bölgelere ayrılır ve bu da bazen bütünün birliğini tehdit eder bir hale gelebilir.
Düşünce alanlarının hayali cemaatlerini biçimlendiren kurmaca tarihler –tıpkı milli ideolojilerde olduğu gibi– büyük ölçüde seçicidir. Açık ki, önemli olan yalnızca "kurumsal olarak hatırlanan" ve birtakım törenlerle anılan şeyler değil, aynı zamanda geçmişe yeni bir biçim verilirken unutulan şeylerdir de. Marx, Durkheim, Weber, Simmel ve başkaları hatırlanmakta ve hâlâ okunmaktadırlar. Ama Schaffle, Worms ya da Le Play'i bırakın okumayı, hatırlayan var mıdır bugün? Kurucuların geriye doğru bakıldığında en azından kısmen seçici bir hatırlama faaliyetinin sonucu olan bir farklılıkları vardır; bu farklılık normalde kendi çağdaşlarının söz konusu bireylere bakış tarzıyla örtüşmez.
Milliyetçi ideolojilerde de olduğu gibi, geçmişin büyük şahsiyetlerine bakma tarzları statik değildir. Bu şahsiyetler değişen olayların, modaların ve buyrukların etkisiyle tekrar tekrar yorumlanırlar. Wolin, kurucuların meşrulaştırılmasının "hem siyasi bir boyutu hem de bir siyaseti" olduğunu ileri sürmüştür. Kurmak "siyasi teori üretmektir", bunun nedeni tam da kurucuların yapıtlarından çıkarılan ilkelerin düşünce faaliyetinin temel boyutlarını meşrulaştırıyor olmasıdır. Geriye dönük bu savaşta bazı fikirlerin "kazanması" için, tabii ki bazı başka fikirlerin kaybetmesi gerekir. Bu bağlamda siyasi eylem, farklı güçler arasında bir düşünce alanının meşru kuruluşu üzerinde verilen ve şu ya da bu ölçüde devamlılık arz eden bir mücadele anlamına gelir. Başarı kazanan tekelleştirici iddialar ne ölçüde kayda geçerse, düşünce mirasının "siyaseti" de o ölçüde gözlerden gizlenir: Hâkim varsayımlar bu şekilde sorgusuz sualsiz kabul edilen fikirler ve prosedürler haline gelirler.
Soru şudur: Bu şekilde meşrulaşmış olan çerçeveler ne ölçüde keyfidir? Eğer tarih bir şekilde farklı bir yol izleseydi, bugün kitaplıklarımızda Marx, Durkheim, Weber ve diğerlerinin değil de Schaffle, Worms ve Le Play'in kitapları mı duracaktı? Bunlar yarı evrimsel bir değeri olan bir "zaman testi"nden geçmişler midir? İşte burada kurucular kavramından klasikler kavramına geçiyoruz. Bütün düşünce disiplinlerinin kurucuları vardır, ama "klasikler"in varlığını yalnızca sosyal bilimler tanıma eğilimindedir. Bana göre, klasikler bizimle bugün hâlâ geçerli ya da önemli olduğu düşünülen bir biçimde söyleşmeyi sürdüren kuruculardır. Müzelik antikalar değildirler, bugünün meseleleri hakkında düşünmek amacıyla tekrar tekrar, yararlanılarak okunabilirler.
Bu "klasik" hissinin sosyal bilimlerde özel bir güce sahip olmasının muhtemelen birkaç nedeni vardır. Bu nedenlerden bir tanesi metodolojiktir. Doğa bilimleriyle sosyal bilimler arasında mantıksal bir uçurum vardır; sosyal bilimlerde doğa bilimlerinin sahip olduğunu iddia edebileceği türden bir bilgi birikimi yoktur. Bununla bağlantılı ikinci neden, sosyolojinin ve diğer sosyal bilimlerin çözümlemeye ya da açıklamaya çalıştıkları konuyla –tarihsel olarak kurulmuş insan eylemleri– kaçınılmaz olarak düşünümsel bir ilişkiye girmeleridir.
Buradan biraz paradoksal iki sonuç çıkar. Bir yandan, fikirler ve bulgular bizatihi toplumun içinde yer alan faillerin gündelik bilgisinin "içine gömülüp" bu bilginin birer parçası haline geldikçe banalleşirler; eylem bağlamları değiştikçe eskimiş ya da önemsiz görünebilirler. Öte yandan, bazı yazarların yapıtlarında insanın toplumsal varoluşunun kalıcı yönlerine hitap eden, deyim yerindeyse, bir hikmet vardır.
Wolin'in "epik teorisyenleri", yapıtları işte bu tür bir hikmet barındıran bireylerdir. Epik teorisyenler, der Wolin, bu statüyü yalnızca ilerki tarihlerde bir şekilde önemli bulunarak değil, aynı zamanda kendi fiilleriyle de kazanırlar. Bu fiiller düşünce düzeyinde destansı önemde girişimlerdir: Özünde, daha önceleri farklı bir biçimde bakılan durumlar hakkında yeni perspektifler icat etmeyi içerirler. Bu yüzden de bazı epik teorisyenler "zaman testi"ni, sırf kendilerinden önceki ya da sonrakilerle kıyaslandığında başardıklarının büyüklüğüyle geçmişlerdir. "Tarihin" yargısı denen şeyin belli bir keyfiliği ve seyyal bir karakteri olduğu inkâr edilemez. Ama epik statünün kazanılması gerekir; sadece başkaları tarafından tevzi edilemez.
Birinin, sosyologların bugün hâlâ Weber'i okudukları halde neden Sombart'ı okumadıklarını sorduğunu varsayalım. Sombart kendi zamanında muhtemelen Weber'den daha ünlüydü ve çok geniş bir alanda yazılar yazmıştı. Ama bugün Sombart'ın çalışmaları büyük ölçüde unutulmuş olduğu halde Weber'le canlı bir diyalog sürmektedir. Bence Sombart'la Weber'in yaptıkları sistematik bir biçimde karşılaştırıldığında, Sombart'ın unutulmasının bir ölçüde keyfi bir mesele olduğu sonucuna varılmak zorunda kalınacaktır. Yani, düşünsel gelişimin sonunda ulaşılacak olası bir dünyada, Sombart'ın hâlâ önemli şeyler söyleyen bir yazar rolü oynamayı sürdürebileceği tahayyül edilebilirdi. Aynı zamanda, duygular işin içine karıştırılmadığında, Weber'in Sombart'ın ulaşmayı hiçbir zaman başaramadığı ölçekte bir epik teorisyen olduğu sonucuna da varılırdı. Durkheim'ın yapıtlarıyla Schaffle, Worms, Le Play ve çalışmaları uzun zamandır geniş bir izleyici kitlesi çekmeyen benzer başka bir sürü yazarın yapıtları kıyaslansaydı da aynı sonuca varılırdı.
Marx, Weber, Durkheim ve diğerleri hakkında yazmaya ilk başladığımdan beri düşünce tarihinin doğru statüsü hakkında birçok tartışma yapıldı. Anlam yorumları, niyetlilik ve kültürel yaratımın tarihsel karakteriyle ilgili sorunlar sadece sosyoloji metinlerinde tartışılmazlar, aynı zamanda bu metinlerin kendilerinin önemini çözümlerken de dikkate alınmaları gerekir. Bu olgunun içerimlerinin irdelenmesi çok farklı bakış açıları yaratmıştır; farklı bakış açıları da ilgili konular üzerinde geniş teorik çeşitlemeleri yansıtır.
Ben burada bu çeşitliliği ele almaya uğraşmayacağım. Ama Quentin Skinner ve diğerlerinin getirdiği bir yaklaşım özel olarak tartışılmıştır. "Tarihselci" adı verilen kişiler hem düşünce tarihinin Whig versiyonlarını hem de yapısalcılıktan ya da post-yapısalcılıktan etkilenen bazılarının benimsediği daha göreci konumları eleştirirler. Onlara göre, düşünce tarihi bağlama gerekli duyarlılık gösterilerek yazılmalıdır. Örneğin, bugün "klasikleri" kullanma biçimimiz, başlangıçta verili bir düşünceler kümesinin belli bir bağlamda üretilmesine yol açmış olan itkilerden epey farklı olabilir. Düşünce tarihi hakkındaki bu akıl yürütme tarzında "bağlam" kesin bir biçimde çizilmelidir. Bu, fikirleri ya da yazıları daha geniş bir düşünsel üretim çerçevesine yerleştirmek anlamına gelmez sadece. Yazarların metinlerini yazdıkları sırada niyetlerinin ne olduğunu, bu metinleri ne tür okurlar için yazdıklarını ve bunları üretirken akıllarında ne tür meseleler ya da sorular olduğunu iyice araştırmak zorundayız, der tarihselciler. Yapıtlar edimsel eylemlerden oluşan bir ağa gömülmüş oldukları göz önünde bulundurularak anlaşılabilirler; bunlar salt düşünsel eylemler olmalarının yanı sıra her zaman pratik ve kurucu nitelikte eylemlerdir de.
Örneğin Robert Jones, Durkheim'ı anlayabilmek için Durkheim'ın metinlerini yazarken güttüğü niyetleri, yazarın kendisinin geçerli kabul edeceği betimlemelerle kavramak gerektiğini ileri sürmüştür. "Şayet ileri sürülen önerme, Durkheim'ın, kendi söylediklerinin ya da yaptıklarının, en azından ilkesel olarak, kusursuz bir anlatımı olarak kabul etmeyebileceği bir önermeyse, onun o önermede belirtilen şeyi kastetmiş ya da yapmış olduğu söylenemez." Bu tür bir yazar anlayışının yorumbilgisinin genel yönlerini ne ölçüde yeniden ürettiğini görmek zor değil. Söz konusu ilke, J. L. Austin'in olmasa da Wittgenstein'ın dile getirdiği ilkeyle aşağı yukarı aynı. Bir failin neyin peşinde olduğunu bilmek için, bir gözlemcinin ya da yorumcunun failin neleri bildiğini ve kendi eylemleriyle bağlantılı olarak neleri uygulamaya geçirdiğini bilmesi gerekir. Bu "yeterlilik" niteliğini dikkate almayan bir eylem betimlemesinin hatalı olması muhtemeldir.
Hem Skinner'ın geliştirdiği versiyonuyla hem de daha sosyolojik biçimleriyle tarihselcilik çok eleştiri almıştır. Örneğin birçok yazarın, savlarını sadece kendi yerel faaliyet bağlamlarına yönelik olarak ileri sürmediklerine işaret edilmiştir – ki "epik teorisyenler" söz konusu olduğunda çok daha güç kazanan bir iddiadır bu. Yazarlar sadece, istikbaldeki belirsiz bir izleyici/okur kitlesini akılda tutarak yazmıyor olabilirler ama aynı zamanda bütün düşünce geleneklerinin bir parçasını oluşturan son derece genel sorunlarla uğraştıklarını düşünüyor da olabilirler. Öyleyse, yapıtların hitap ettiği izleyici kitlesini daraltmanın ve sınırlamanın bir yoluymuş gibi görünen "bağlam" yine genişler ve kültürün genel parametreleriyle yeniden bağ kurar.
Tarihselcilerin ana tezi, bariz katılığını biraz yitirse de, bu tür bir gözlemle çürütülmüş değildir. Bir yazarın niyetlerini bağlamı içinde anlama meselesi önemini korur; bu eğer felsefi olarak geçerli bir savsa, ki bence öyledir, göreciliğin acayipliklerine karşı sağlam bir siper sunar.
Bu kitabın giriş bölümlerinde Weber ve Durkheim hakkında yaptığım çeşitli yorumları ele alalım. Burada Weber'le Durkheim'ın sosyolojik fikirlerini geliştirdikleri sosyo-politik bağlamları tartışıyorum. Bu bağlamlar kendi içlerinde ilginçtirler, ama, daha önemlisi, bu iki yazarın niye belli biçimlerde yazdıklarını daha iyi anlamamızı sağlarlar. Weber'le Durkheim'ın içinde yazdıkları bağlam hakkında daha çok şey öğrendiğimizde, niyetleri hakkında daha fazla çıkarım yapabiliriz; niyetleri hakkında yaptığımız bu çıkarımlar da yine yazılarını yazdıkları bağlamları daha da aydınlatmamıza imkân verir.
Bu gözlemlerin içerimleri netleştirilmelidir. Mesele, bir metnin ne anlama geldiği konusunda son söz hakkının yazarda olması değildir. Yazarın bu türden bir nihai ayrıcalığı yoktur. Mesele, daha çok, bir yazarın ne "olduğunu" kavramaktadır. Bizi etkiledikleri halde tamamen anlayamadığımız güçler olsa da, faaliyetlerimizin bizim hiçbir şekilde öngöremediğimiz sonuçları olsa da, hepimiz kendi eylemlerimizin yazarlarıyızdır.
Bir metnin "yazarı" olmanın bir eylemin yazarı olmakla bir bağlantısı vardır. Foucault ve başkaları yazarın "söylemsel" niteliklerden oluşan bir tür montaj olduğunu ileri sürerler. Ama bu doğru değildir; tıpkı bir şey yapmak gibi, bir şey yazmak da eylemliliği/failliği [agency], düşünümselliği ve niyetleri uzun vadeli projelerle iç içe geçirmeyi içerir. Düşünce tarihinde –yapıtları klasikler olarak gören güncel kullanımın tersine– yazarlığın sorgulanma biçimi, özünde, tıpkı ne kadar önemli ya da önemsiz olurlarsa olsunlar eylemlerin gündelik hayat bağlamı içinde sorgulanma biçimi gibidir. Gündelik konuşmalarda ve eylemlerde, bir bireye söylediği ya da yaptığı şeyler üzerinde nihai denetim hakkını tanımayız; ama konuşmacıya ya da faile özel açıklama ayrıcalıkları tanırız.
Birisi ilk başta anlaşılmayan ya da herhangi bir nedenle karşı çıkmak istediğimiz bir şey söylediği ya da yaptığı zaman, bir niyetlilik hikâyesi talep ederiz ve söz konusu bireyin bu niyetlilik alanına özel bir biçimde ulaşabildiğini kabul ederiz. Ama bireyin söylediklerine ya da yaptıklarına yön veren düşünüş tarzlarını niyetlilik düzeyinde, onun kendisinin sunabileceğinden daha geniş ölçütlerle de değerlendiririz. Belli eylemleri ya da eylem silsilelerini daha geniş bir biyografik yorumun içine sığdırmaya çalışırız. Gündelik hayattaki gevşek araştırmalar sırasında yaptığımız şeyle, düşünce tarihine ya da biyografilere yönelik "sorgulamalar"da olup bitenler arasında mantıksal bir benzerlik vardır. Biyografiler normalde insanı neden yalnızca ayrıntılı olduklarında tatmin ederler? Bunun nedeni, genelde biri hakkında ne kadar çok şey bilirsek "hayat"ın ardındaki "yazar"ı o kadar iyi kavrayabilmemizdir.
Bu kitabı oluşturan yazılar yalnızca klasik toplumsal teori üzerinde odaklanmıyor, klasik olanla günümüz arasında bir denge kurmaya da çalışıyor. Auguste Comte ve pozitivizmin kökenlerini ele alan bölüm on dokuzuncu yüzyıl ile zamanımızın kaygıları arasında faydalı bir bağ kuruyor. Bir modern kültür sözlüğü yakın tarihlerde post-modernizme dair şu alaycı tanımı veriyordu: "Postmodernizm: Bu sözcük anlamsızdır. Sık sık kullanın." Aynı şey "pozitivizm" için de geçerlidir ama bir farkla: Pozitivizm olumlayıcı bir biçimde kullanılan bir sözcükten çok bir hakaret haline gelmiştir. Ama dikkatli bir biçimde tanımlanacak olursa görülür ki pozitivizm düşüncesi on dokuzuncu yüzyılın ortalarından yirminci yüzyılın en azından üçüncü çeyreğine kadar sosyolojinin ana bağlantı hattı olmuştur.
Comte'a göre, pozitivizm hem sosyal bilimlerin mantığı hem de pratik bir toplumsal reform anlamına geliyordu. Comte'un insanlık dini savları tuhaf olabilir, ama geliştirdiği bakış açısı, hem mantık hem de pratik düzeyinde, ilerideki birçok gelişmeyi öngörmüştür. Comte'un doğrudan siyasi bir etkisi de olmuştur. Avrupa'daki, Kuzey ve Güney Amerikalar'daki takipçilerinin sayısı bir ara Marx'ınkilerden fazlaydı.
Geçmiş bir buçuk yüzyılın sosyolojisindeki metodolojik tartışmaların çoğu bir anlamda doğa bilimleriyle sosyal bilimler arasındaki ilişkiyle bağlantılıydı. Yirmi otuz yıl öncesine kadar iki temel yönelim ayırt edilebilirdi. Pozitivistler sosyolojiye doğa bilimlerini örnek alıyorlar, şüphesiz bu arada da doğa biliminin mantığına uygun çeşitli modellere dayanıyorlardı. Öte yandan, yorumlayıcı sosyoloji gelenekleri, özellikle de yorumbilgisi, doğa bilimlerini insani kurumların ve insanların toplumsal eylemlerinin incelenmesiyle alakasız görüyordu çoğunlukla. İlginçtir, bilim ve teknolojinin toplum üzerindeki etkisiyle en çok ilgilenenler bu ikinci gelenekten gelen bilim adamlarıdır; bunun nedeni de herhalde büyük ölçüde bilim ve teknolojiyi pozitivistlerden çok onların "yabancı güçler" saymasıdır.
Son yirmi otuz yıldır pozitivizm ile yorumbilgisi arasındaki ayrım sorgulanmaya başlayınca toplumsal teoride yeni bir sayfa açıldığı söylenebilir. Bu sorgulamaya Jürgen Habermas, Michel Foucault, Pierre Bourdieu ve daha birçok isim dahil çeşitli kişiler katılmış ve bunun sonucunda ortaya çeşitli bakış açıları çıkmıştır. Hatta bir ara sosyoloji, birbirleriyle çatışan ve hiçbiri diğerleriyle doğru düzgün iletişim kuramayan teorik perspektiflerden oluşan bir kargaşa içinde kaybolup gidecekmiş gibi görünüyordu. Ben gerçekte böyle olduğunu düşünmüyorum. Pozitivist görüşlerle yorumbilgisine ait perspektifler arasındaki karşıtlığın sorgulanması, toplum ve siyaset teorisinin yeniden yönlendirilmesinde önemli ve verimli bir işlev görmüştür.
Yorumbilgisi ve günlük dil felsefesi, ana akım sosyoloji düşüncesinin dışında durmak yerine gittikçe ona dahil olmaya başladılar. Yapısalcılık-sonrası düşüncenin çılgınca bir kanadı kalsa da, aynı şey yapısalcılık için de geçerlidir. Bugün 1970'lere kadar hâkim durumda olan mutabakatın yerine geçecek bir "ortodoks mutabakat" yoktur. Ama tam bir düzensizlik olduğu da söylenemez. Dil felsefesi, özellikle de praksis olarak dili öne çıkaran yaklaşımlar bu yeniden yönlenmeye çok önemli bir katkıda bulunmuşlardır. "Toplum" dile benzemez, ama yine de dil pratiğinden bir şeyler ödünç alan terimlerle kavramsallaştırılabilir. Bir başka deyişle, "toplum" bir varlık değildir ve zaman-uzam içinde bir mevcudiyeti yoktur; yalnızca sonsuz bir ortam çeşitliliği içinde yeniden üretilen toplumsal pratikler halinde varolur.
Şüphesiz, sosyal bilimleri yeniden biçimleyen yakın tarihli önemli tartışmaların bazıları metodolojik sorunlarla özel olarak ilgilenmemiştir. Bu tartışmalar her şeyden önce modern toplumun, izlediği gelişme yörüngesinin ve muhtemel geleceğinin yeniden yorumlanmasıyla meşguldürler. Düşünsel yönelimlerdeki bir hareketi simgeleştiren belli bir terminolojik kayma olmuştur. Yirmi otuz yıl önce tartışmalar daha çok "sanayi toplumu" ya da "sanayi kapitalizmi" kavramları üzerinde yoğunlaştığı halde, şimdilerde "modernlik" (ya da "post-modernlik") terminolojisi daha yaygındır. Daha yakın tarihlerde herkes "sanayi toplumu"ndan ya da buna karşıt olarak "kapitalizm"den bahsediyordu. Bu ikisi arasındaki fark büyük ölçüde ortodoks ve Marksist sosyoloji arasındaki karşıtlığa tekabül ediyordu. "Kapitalizm"den bahsetmek yalnızca belli bir sosyo-ekonomik sistem tipini saptamak demek değildi; kapitalizmin sosyalizm tarafından aşılabileceği ya da aşılması gerektiği yolunda bir kabule de işaret ediyordu. Saint-Simon'dan Dahrendorf, Bendix ve Lipset'e, sanayi toplumu kavramını savunanlar ise, daha o zamanlarda bile bir bakıma tarihin sonundan –ve daha açık bir biçimde, ideolojinin sonundan– bahsediyorlardı. Onlara göre, "sanayi toplumu", "kapitalizm"den daha kapsayıcı bir kavramdı ve onu içine alıyordu; sanayileşmecilik sosyalistlerin özlemlerini ya anlamsız ya da tehlikeli hale getirmiş olan bir dizi kurum yaratmıştı.
Artık bütün bunlar değişti. Gerçek dünyada kapitalizm adeta her yerdeyken, sosyalizm hem teori hem de pratik düzeyinde ölmüş durumda. Bugün birçok kişi salt bir sanayi toplumundan değil bir sanayi sonrası toplumundan bahsediyor; ilginçtir, sosyolojide "kapitalizm" hakkında gittikçe daha az konuşuluyor. Bunun nedeni de ya ayrıca bahsetmeyi gerektirmeyecek ölçüde her yere yayılmış olması ya da geçmişte daha çok sosyalistlerin eleştirel söyleminin bir parçası olarak kullanılmış olması gibi görünüyor.
"Modernlik" terimini kullananların çoğu, ben dahil, onu evrensellik iddiaları sorgulanabilir nitelikte olan, tarihsel olarak özgül bir sosyo-ekonomik ve kültürel oluşum olarak görüyorlar. Benim anlayışıma göre, modernlik tarihin sonu değildir; ama modern olan şekilsiz, parçalı, çizgisel olmayan bir post-modernlik halinde çözünmüş de değildir. Bana göre "post-modern" fikri yalnızca "modernliğin aklının başına gelmesini" ya da kendi sınırları ile yüzleşmek zorunda kalmasını değil, aşmayı içerir. Demin belirttiğim anlamda post-modern bir düzen olasılığını bir kenara atıyor da değilim; ama bu düzen sosyalizmin mekanizmaları yoluyla doğmayacaktır, doğamaz.
Çağımızı hâkimiyeti altına alan şey, rasyonel bir ekonomik idare tarzı olarak kapitalizmin krizi değildir. Bugün hâkim olan gerilimlerin çoğunun –ama aynı zamanda gelecek olanaklarının da çoğunun– etrafında kümelendiği ekolojik krizdir. Ekolojik kriz "örselenmiş bir modernliğin" krizidir, ama sadece çevrecilikle özdeşleştirilmemelidir. Modernlik gerçekten de sınırlarına varmaktadır. Ama bu sınırlar yalnızca, hatta öncelikle "büyümenin [fiziksel] sınırları"yla ilgili değildir. Söz konusu olan daha çok, modernliğin üzerine inşa edildiği "toplumsal baskılar"la hesaplaşmaktır. Burada karşı karşıya gelinmesi ve netleştirilmesi gereken fiziksel ekoloji değil, bir "yaşam ekolojisi"dir. Birçok şeyin "plastik" –yani, aslında evrensel insan kontrolüne tabi olmaksızın insan müdahalesine açık– hale geldiği bir toplum, klasik sosyalizm anlayışlarıyla pek ilgisi olmayan siyasi inisiyatiflere ihtiyaç duyulan bir toplumdur.
İşte bu noktada kısa bir süre için Marx'a dönebiliriz. Bugün Marx, bıraktığı miras hiçbir işe yaramayan bir kurucu baba olarak mı görülmelidir? Buna cevabım kesinlikle hayır olacaktır. Birkaç yıl önce, Marx'ın yazılarında temel kusurlar görüldüğünü ileri sürerken kendimi sık sık akıntıya karşı yüzüyormuş gibi hissederdim. Marx'ın görünüşte kendisine en bağlı destekçilerinin bile ortadan kaybolduğu bugünse diğer tarafa doğru yüzmenin zamanıdır. Bir ekonomik idare sistemi olarak sosyalizm artık tarihe karışmıştır. Bu yüzden de Marx'ın ulaşmaya çalıştığı şeylerin çoğu artık bizim için fazla anlam ifade etmemektedir. Ama çeşit çeşit felaketin tehdidi altında bulunduğumuz, iyi bir toplum oluşturma imkânlarının en baştan, tamamen yeniden netleştirilmesi gereken bir dünyada, eleştirel teori önemini hâlâ korumaktadır. Marx'ın zaafları kendisinin tam da en güçlü ve en özgün olduğunu sandığı noktalarda yatar, yani kapitalizmin sosyalizm tarafından aşılması hakkındaki düşüncelerinde. Marx'ın kendisiyle hâlâ canlı bir diyalog sürdürülen bir "klasik" olarak kalmasını garanti altına alan, en kalıcı katkısı ise, kısa ömürlü olacağını zannettiği sanayi kapitalizminin düzeni hakkındaki analizidir.

İdeolojinin Yüce Nesnesi

Slavoj Zizek

İdeolojinin Yüce Nesnesi

Özgün adı: The Sublime Object of Ideology

Çeviri: Tuncay Birkan
Yayına Hazırlayan: Bülent Somay
Kapak Resmi: Max Ernst
Kapak Tasarımı: Semih Sökmen, Emine Bora

Kitabın Baskıları:
İlk Basım: Ocak 2002
3. Basım: Ağustos 2008



Kant’ı Sade’la, Hegel’i Lacan’la, Marx’ı Freud’la, Lacan’ı Hitchcock’la: Zizek, İdeolojinin Yüce Nesnesi ile başlayan eserlerinin bütününde, “metinlerarası” okumanın devrimci, altüst edici gücünü sergiliyor. Hegel’in diyalektiği icat eden ama idealist bir filozof olmanın ötesine gidemeyen, “modası geçmiş” bir düşünür olmadığını onu böyle Lacan ile birlikte okuduğumuzda anlıyoruz. Marx’ın eserinin politik iktisattan ibaret olmadığını, psikanalize ışık tutan, hatta onu var kılan “semptom” kavramını Marx'ın icat etmiş olduğunu da gene Lacan’dan öğreniyoruz. “Anlaşılmazlığıyla”, dil oyunlarına gömülmüşlüğüyle ünlü Lacan’ı “popüler” Hollywood filmleriyle bir arada okuduğumuzda, esrar perdesi kalkıyor birden. “Ahlakçı” Kant, sapkınlığın düşünürü Sade ile birlikte yeni bir anlam kazanıyor. Freud Marx’a ışık tutuyor, Amerikan karton filmleri de Sade’a. Ve hepsi birden içinde yaşadığımız çağı biraz da olsa anlamlandırmamıza yarayabilecek, neyi, nasıl, niçin değiştirebileceğimize dair ipuçları veriyorlar elimize.


İÇİNDEKİLER


Özsöz, Ernesto Laclau
Teşekkürler
Giriş

I. Semptom
1. Marx Semptomu Nasıl İcat Etti?
2. Semptomdan Sinthome'a
II. Öteki'deki Eksik
3. "Che Vuoi?"
4. Yalnızca İki Kere Ölünür
III. Özne
5. Gerçek'in Hangi Öznesi?
6. "Sadece Töz Olarak Değil, Özne Olarak da"

Sözlük
Kaynakça


OKUMA PARÇASI


Ernesto Laclau, Önsöz, s. 7-13

Bütün büyük düşünce gelenekleri gibi, Lacancı psikanalitik teori de çeşitli yönlerde etkiler yaratmıştır. Bu aydınlatıcı etkiler, söz konusu teoriyi kapalı ve sistematik bir teorik bütünden çok, birbirinden epey farklı düşünce akımlarını besleyen dağınık bir esin kaynağı olarak sunma eğilimi göstermiştir. Nitekim Lacan'ın alımlanma biçimi ülkeden ülkeye değişmiştir; her bir ortam kendisi de uzun bir zaman dilimi içinde kayda değer dönüşümlerden geçmiş bir teorik çalışma gövdesinin farklı veçhelerini vurgulamıştır. Fransa'da ve genelde Latin ülkelerinde Lacan daha çok klinik bir etki yaratmış, dolayısıyla bu etki psikanaliz pratiğiyle yakından bağlantılı olmuştur. Bunun en önemli veçhesi de psikanalistlerin bu anlayışa uygun bir biçimde örgütlenmiş olan kurumlarda –önce L'école freudienne de Paris, sonra da L'école de la cause freudienne'de– gördükleri mesleki eğitim olmuştur. Bu, Lacancı teorinin kültürel etkisinin daha geniş çevrelere –edebiyata, felsefeye, film teorisine, vb.– uzanmadığı anlamına değil, bu uzantılara rağmen klinik ... Devamını okumak için bkz.


Giriş, s. 17-24

Habermas'ın özel olarak "postyapısalcılık" denilen meseleyi ele aldığı Der philosophische Diskurs der Moderne (Habermas 1985) kitabında, Lacan'ın adıyla ilgili tuhaf bir ayrıntı var: Bu addan sadece beş kere ve hepsinde de başka adlarla birlikte söz ediliyor. (Beş örneğin beşini de aktaralım: s. 70: "von Hegel und Marx bis Nietzsche und Heidegger, von Bataille und Lacan bis Foucault und Derrida"; s. 120: "Bataille, Lacan und Foucault"; s. 311: "mit Lévi-Strauss und Lacan"; s. 313: "den zeitgenössischen Strukturalismus, die Ethnologie von Lévi-Strauss und die Lacanische Psychoanalyse"; s. 359: "von Freud oder C. G. Jung, von Lacan oder Lévi-Strauss".) Demek ki Lacancı teori özgül bir kendilik olarak algılanmıyor; Laclau ile Mouffe'un terimini kullanacak olursak, her zaman bir eşdeğerlikler dizisi içinde eklemleniyor. Bataille, Derrida ve öncelikle de Habermas'ın gerçek muhatabı olan Foucault'ya ilişkin upuzun tartışmalara yer veren bir kitapta Lacan'la doğrudan doğruya hesaplaşmak niye böyle reddediliyor ... Devamını okumak için bkz.


ELEŞTİRİLER GÖRÜŞLER


Behçet Çelik , “İdeolojinin Yüce Nesnesi”, Virgül, Sayı 50, Nisan 2002

Slavoj Zizek’in yazıları bir süredir dergilerde yayımlanıyordu. Bu kez önemli kitaplarından birisi yayımlandı. Zizek, Lacan’cı kategorileri esas itibariyle felsefi ve siyasi bir düşünme tarzı içinde kullanan Slovenya Lacan okuluna mensup. İdeolojinin Yüce Nesnesi’nde Zizek, yanlış bir biçimde “post-yapısalcı” olarak gösterilen Lacan’ın rasyonalist miras ve Aydınlanma düşünce içerisindeki yerini değerlendiriyor. Hegel, Marx ve Freud gibi düşünürlerin yapıtlarıyla karşılaştırarak Lacan’ın kavramlarının ideoloji teorisindeki yerini araştırıyor. Bu arada, daha çok “idealist ve monist” olarak değerlendirilen Hegel’i de Lacan’cı psikanaliz temelinde ... Devamını okumak için bkz.


Emre Ayvaz, "İdeoloji: Yakamızı Bırakmayan Hayalet", Akşam-lık, 7 Haziran 2002

... Etimoloji aslında çok daha eskilere uzanan, ama asıl önemli ve tartışmalı anlam yükünü Karl Marx'ın metinlerinde kazanan, Marksist literatürün üzerine oturduğu temel tartışma alanlarından birini oluşturan, ve işlevini, anlamını ve geçerliliğini günümüze taşıyıp taşımadığı hâlâ tartışma konusu olan bir kelime üzerinde dönüyor her şey: İDEOLOJİ. Marx'ın metinlerinde değişik suretlerle sık sık karşımıza çıkan, Althusser tarafından bililnce ilişkin bir durumun adı olmaktan çıkarılıp insanın maddi pratiklerine iliştirilen, Mannheim'ın "ütopya" kavramıyla yan yana koyduğu, Adorno'nun "kavramın nesnesiyle özdeşleştirilmesi" ve "farklılıkların ortadan kalkması" şeklinde formüle edip yaftaladığı, ...
Emre Ayvaz, "İdeoloji: Yakamızı Bırakmayan Hayalet", Akşam-lık, 7 Haziran 2002

... Etimoloji aslında çok daha eskilere uzanan, ama asıl önemli ve tartışmalı anlam yükünü Karl Marx'ın metinlerinde kazanan, Marksist literatürün üzerine oturduğu temel tartışma alanlarından birini oluşturan, ve işlevini, anlamını ve geçerliliğini günümüze taşıyıp taşımadığı hâlâ tartışma konusu olan bir kelime üzerinde dönüyor her şey: İDEOLOJİ. Marx'ın metinlerinde değişik suretlerle sık sık karşımıza çıkan, Althusser tarafından bililnce ilişkin bir durumun adı olmaktan çıkarılıp insanın maddi pratiklerine iliştirilen, Mannheim'ın "ütopya" kavramıyla yan yana koyduğu, Adorno'nun "kavramın nesnesiyle özdeşleştirilmesi" ve "farklılıkların ortadan kalkması" şeklinde formüle edip yaftaladığı, Habermas'ta "sistematik olarak tahrif edilen iletişim" şeklinde tekrar ortaya çıkan, Foucault'nun işlevsizleştiğini, anlamını yitirdiğini söylediği oynak, değişken, ne idüğü hakkında açık bir şey söylenemeyecek bir kavram ideoloji. "Cümlenin maksudu bir amma rivayet muhtelif" denilebilir bu noktada, fakat ne olursa olsun, ister reddedilsin ister kabul, Zizek'in önemli bir makalesine verdiği isim işin aslını söylüyor bize: "İdeoloji: Yakamızı Bırakmayan Bir Hayalet."
Aslında "ideoloji", kitabın, üzerinde döndüğü temalardan sadece biri. "İdeoloji" tartışmalarına farklı bir niyet ve perspektifle dahil olup, Lacancı psikanalizin söz konusu alana yabancı gibi görünen jargonuyla teorik müdahalelerde bulunan Zizek, "sinizm", "totalitarizm" gibi kavramlar, "yüce nesne", "artı-keyif" gibi Lacancı terimlerle tartışmaya büyük katkılarda bulunurken, bir taraftan da hazmının zorluğuyla bilinen Lacan düşüncesine iyi bir giriş hazırlama ve farklı ve yine Lacancı bir okumayla, uzun süredir haber alınamayan Hegel cephesinde yeni bir şey olup olmadığına bakma amaçlarını da taşıyor kitapta.
Ve Zizek'in, yazdıklarını önemli ve çarpıcı kılan özelliği de, galiba, bütün bunları teorisyen kasılmasıyla yukarılardan bir yerlerden değil de, popüler kültürün, Hollywood filmlerinin, edebiyatın ve fıkraların tam içinden anlatıyor olması. Kitapta adım başı karşınıza çıkan ve bir önceki kafa karıştırıcı paragrafı, içinde yüzdüğü bulutsu belirsizlikten söküp, şiddetle somut "gerçekliğin" –ki büyük harflerle GERÇEK de Zizek'in sık kullandığı kilit önemde bir Lacan terimi– ortasına fırlatan film sahneleri –özellikle ve elbette Hitchcock– ve anlatılana tabir caizse "cuk oturan" nefis fıkra ve anekdotlar, hem kurulmak istenen teorik örgüyü sıkılaştırıyor, hem anlatılanları iyi bir hocanın yapacağı gibi sıkıcı olmayan bir dolulukla önünüze seriyor, hem de bir metnin edebi niteliğinin göstergelerinden biri sayılabilecek o "hah işte tam da bu!" heyecanını okuyucusunda sık sık yaratarak, Zizek'in felsefeciliğinin yanına, bence "yazarlık" sıfatını da ekliyor.
İdeolojinin Yüce Nesnesi çok önemli, farklı ve şaşırtıcı bir kitap. Marx'ın psikanalize önemli bir katkısından söz edilebilir mi, hatta Kafka'dan bir Althusser eleştirisi çıkarılabilir mi? Elcevap: Hem de nasıl.

Türk Sinema Tarihi

Giovanni Scognamillo

Türk Sinema Tarihi, 1896-1986

Tek Cilt

Yayına Hazırlayan: Semih Sökmen, Fatih Özgüven
Kapak ve Grafik Tasarım: Semih Sökmen

Kitabın Baskıları:
İlk Basım: Kasım 1987
2. Basım: Ekim 1990



Türk sinemasının 1896’daki başlangıcından 1987’ye kadarki dönemi üzerine ilk derli toplu, tematikleştirilmiş döküm olan kitap, 1987’de iki cilt halinde yayımlandı. Daha sonra 1990’da iki kitap bir araya getirilerek tek cilt oldu. Metinde fotoğraf kullanımı ve resim seçimi, aynı zamanda kitabı yayıma hazırlayan Fatih Özgüven ve Semih Sökmen tarafından yapılmıştır.


İÇİNDEKİLER


Birinci Kitap
Önsöz
Sinematograf Türkiye'de
İlk Sinemacılar: Weinberg'ten Uzkınay'a
Muhsin Öncesi Sinema – İlk Filmler ve Kaynakları
Muhsin Ertuğrul: Sesli ve Sessiz Bir Sinema Olayı
Sessiz Dönemde Yapım ve Gösterim
Batı'dan Gelenler ve Ötesi
Sinema'ya Giriş ve Kalkınma
Sinemacı Dediğimiz
Kronoloji
Summary
İndeks

İkinci Kitap
Önsöz
Bir Dönemin Kronolojik Anatomisi
Sinemacılar Kuşağı
Yeni Kuşak
Ticarilik ve Ötesi
Yılmaz Güney'den Yeni Sinemaya
Kaynaklar, Türler ve Etkiler
Summary
İndeks

İnternet Çağında Gazetecilik

Serhan Yedig, Haşim Akman

İnternet Çağında Gazetecilik

Yayına Hazırlayan: Vehbi Ersan
Kapak İllüstrasyonu: Emine Bora

Kitabın Baskıları:
İlk Basım: Mayıs 2002



Sanayi devriminden daha önemli bir gelişme olarak nitelendirilen internet hayatımızda köklü değişiklikler yarattı. İnternetten en çok etkilenen alanlardan biri de medya ve gazetecilik.
İnternetin yazılı basını ortadan kaldırıp kaldırmayacağı, gazeteciliği nasıl etkileyeceği tartışılırken, değişimler olağanüstü tempoda kendini gösterdi. Hemen hemen bütün günlük ulusal gazeteler internette de yayımlanmaya başladı. Sadece internette yayım yapan pek çok haber sitesi kuruldu. Kuşkusuz bu değişim, yeni soruları ve sorunları da beraberinde getirdi.
İşte İnternet Çağında Gazetecilik, bu değişimi ve bu değişimin ortaya çıkardığı mesleki, teknik, etik ve hukuki sorunları, Türkiye ve Almanya'daki yüksek tirajlı gazetelerin internet pratikleri ışığında, deneyimli editörlerin kaleminden aktarıyor. Kitap ayrıca internetle ilgili Türkiye'deki yasal mevzuatın ve RTÜK Yasası'yla yapılmak istenen düzenlemelerin eleştirel bir analizine yer veriyor.
İnternet çağında gazete ve gazeteciliğin sorunlarını saptamayı, mesleki ve etik sorunlara bir bakış açısı oluşturmayı amaçlayan bu kitap, en başta iletişim öğrencileri ve medya çalışanları için önemli bir başvuru kaynağı.


İÇİNDEKİLER


Önsöz

Dünyada ve Türkiye'de İnternetin Gelişimi
Aaa, Bilgisayarlar Aralarında Konuşuyor, Nevzat Basım

Geleneksel Basından İnternet Gazeteciliğine
Geleneksel Basın ve İnternet Gazeteciliği, Suat Gezgin
İnternet, Gazetecilik ve Yeni Olanaklar, Hakan Kara
Geleceğin Gazetecilerinden Beklentiler, Nail Güreli
Medya ve Siyaset, Umur Talu

Web Ortamına Geçiş Örnekleri
Farklı Dil ve Yaş Gruplarına FAZ Çözümü, Bertram Eisenhauer
112 Yaşındaki Gazete İnternette İddialı, Hans-Dieter Weber
Milliyet Nasıl Hazırlanıyor?, Ercüment İşleyen
Hürriyet Deneyimi, Roşan Karakaş
İnternetteki Cumhuriyet, Hakan Kara

Sadece Web'de Yayımlanan Gazeteler
Almanya'dan Bir Örnek: Netzeitung, Joachim Widmann

Geleceğin Gazeteciliği ve Multimedya
Yeni Trendler, Katja Riefler
Anzeiger Örneğinde Multimedya Çağına Hazırlık, Michael Reinhard
Deutsche Welle ve 31 Dilde İnternet Yayını, Ingo Mannteufel

İnternet ve Etik
Gerçekle Bağ Kurup Korkuyu Yenmeli, Giso Deussen
Medya Etiği, Murat Özgen

Hukuki Sorunlar
İnternette Medya Hukuku, Johannes Weberling
Mahkûmiyetler ve Yasal Çalışmalar Üzerine, Fikret İlkiz

Ek: İnternet Kurulu Üyelerinin Ortak Deklarasyonu


OKUMA PARÇASI


Serhan Yedig, Haşim Akman, “Önsöz”, s. 7-9

Artık herkes biliyor: insanlığın bugüne kadar ürettiği hiçbir şey, internet kadar hızlı yer almadı hayatımızda. Ortaya çıkış gerekçesi ne olursa olsun internet, olağanüstü bir biçimde gündelik hayatımıza nüfuz etti ve gerçekleşmesi zamana dayalı ne kadar ilişkimiz varsa hepsini kendi hızına uyum sağlamaya zorladı. Göründüğü kadarıyla yakın gelecekte de hayatımızın merkezine oturacak. Kimine ürkütücü gelse bile evlerimizdeki buzdolabı, biz yüzlerce kilometre uzaktayken ihtiyaç duyduğumuz herhangi bir yiyeceğin eksikliğini haber verebilecek. Tahminlerimizin sınırlarını zorlayan daha pek çok şey, interneti var eden teknoloji sayesinde gerçeğe dönüşecek.
Söz internetten açılınca, eşyanın tabiatı gereği, hemen herkesin kolayca kehanetlerde bulunması mümkün. İnternet o kadar hızlı, doğurgan ve kuşatıcı bir mecra ki alışkın olduğumuz hızla, ona ayak uydurmakta, farklı ve yeni tutum belirlemekte gecikiyor, bazen de yetersiz kalıyoruz. Ardından da korkularımız baş gösteriyor.... Devamını okumak için bkz.


Umur Talu, "Medya ve Siyaset", s. 53-61

Benden, basındaki işten çıkarmaların arkasındaki nedenler ve bunların ayrıntıları üzerinde durmam istendi. Bir kişisel öykü gibi de anlatabilirdim. Ama öykü kişisel değil. İşten çıkarmalar da birkaç kategori zaten. Bir salt ekonomik gerekçeli olduğu söylenen işten çıkarmalar var, bir de hazır ortalık karışmışken bir taşla birkaç kuş vurmalar var. Bütün bunlara geleceğim. Ama hikâyeye bugünden başlamak istiyorum. Bugünden geriye dönerek... Anlatacağım bugünün manzarası, aslında benim kişisel hikâyemin geri planını da, kökenini de anlatacak.
2001 Mayıs'ında Türkiye'de ani bir gelişme oldu. Uzun süredir elde olduğu halde, hatta komisyona inip geri gittiği halde, Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Yasası'yla ilgili bir değişiklik tasarısı birdenbire Anayasa Komisyonu'na indi. Anayasa Komisyonu'nda kabul edildi, Meclis Genel Kurulu'na gidiyor.
Bunun etrafındaki aktörler, ittifaklara ilişkin çözümlemeler bize Türk medyasının, siyasetinin, ... Devamını okumak için bkz.


Johannes Weberling, "İnternette Medya Hukuku", s. 129-134

1990'ların ortalarında, internetin yeni bir kitle iletişim aracı olarak geniş halk kitlelerinin hizmetine sunulmasıyla birlikte "internet kuralları", "internet özgürlüğü" gibi kavramlar yeni bir hukuksal alanın ortaya çıkmasını sağladı. İki kavram aynı zamanda iletişim ve düşünce özgürlüğüne ilişkin yeni görüşlerin göstergeleri olarak gündeme damgasını vurdu.
Almanya'da internet alanındaki yasal düzenlemelerle ilgili yaygın görüş, mevcut yasaların ortaya çıkabilecek sorunları çözebileceği yolunda. Yeni teknolojilerle ilgili konularda doğabilecek sorunlar içinse iletişim hizmetleriyle ilgili 28 Temmuz 1997 tarihli yasa gibi, ek düzenlemelerin yapılabileceği düşünülüyor.

Almanya'da telebank, veri değiş tokuşu ya da teleoyunlar gibi alanlarda, bireysel kullanımı gerektiren elektronik enformasyon ve iletişim hizmetleri devlet tarafından son derece etkili yönergelerle kararlaştırılıp çerçevelendirilmiştir....
Johannes Weberling, "İnternette Medya Hukuku", s. 129-134

1990'ların ortalarında, internetin yeni bir kitle iletişim aracı olarak geniş halk kitlelerinin hizmetine sunulmasıyla birlikte "internet kuralları", "internet özgürlüğü" gibi kavramlar yeni bir hukuksal alanın ortaya çıkmasını sağladı. İki kavram aynı zamanda iletişim ve düşünce özgürlüğüne ilişkin yeni görüşlerin göstergeleri olarak gündeme damgasını vurdu.
Almanya'da internet alanındaki yasal düzenlemelerle ilgili yaygın görüş, mevcut yasaların ortaya çıkabilecek sorunları çözebileceği yolunda. Yeni teknolojilerle ilgili konularda doğabilecek sorunlar içinse iletişim hizmetleriyle ilgili 28 Temmuz 1997 tarihli yasa gibi, ek düzenlemelerin yapılabileceği düşünülüyor.

16 Eyalet Ortak Sözleşme Hazırladı

Almanya'da telebank, veri değiş tokuşu ya da teleoyunlar gibi alanlarda, bireysel kullanımı gerektiren elektronik enformasyon ve iletişim hizmetleri devlet tarafından son derece etkili yönergelerle kararlaştırılıp çerçevelendirilmiştir. 1 Ağustos 1997'de yürürlüğe giren "Teleservisler Yasası" bu alanı düzenlemektedir. Satın alma sözleşmeleri yerine ürünleri doğrudan dağıtmak suretiyle verilen hizmetler ya da medyaya bağlı teletekst hizmetleri gibi kamuya yönelik hizmetler, anayasanın güvencesi altındaki basın-yayın özgürlüğünün kapsamına girer.
Alman eyaletlerinin radyo-televizyon alanında tek yetkili makam olmalarından dolayı, 1997'de 16 eyaletin katılımıyla gerçekleştirilen medya hizmetlerini içeren resmi sözleşme (MDStV) hem yeni medya araçlarının bu alanına, hem de özellikle internetin önemli bileşenlerine yasal düzenlemeler getirmiştir. Bu sözleşmenin 6. maddesinin 2. fıkrası, eyalet basın yasalarında yazılı basın ürünleri için aranan "impressum" yükümlülüğünü, yani yayından sorumlu en azından bir kişinin adının, soyadının ve adresinin açıkça belirtilmesini şart koşar. MDStV'nin 10. maddesi, yazılı basın ve radyo-televizyon yasalarında olduğu gibi, tüzel olan ya da olmayan her kişiye, yayında hedef olduğu iddiaya yönelik cevap ve düzeltme hakkını tanır.

İnternette Gazete Olmanın Koşulu

Yazılı basın ve radyo-televizyonların çalışmasını düzenleyen hukuksal yapıya eşit nitelikteki bu hükümlere son yıllarda yargı kararlarıyla daha da kesinlik kazandırılmaktadır. Örneğin Köln Eyalet Yüksek Mahkemesi, 19 Ocak 2001'de internet yayınının niteliğini tanımlayan bir karar aldı. Karar, internet üzerinden düzenli yayımlanan ürünlerin, içerikleri bu konuda karar yetkisine sahip bir yazıişleri tarafından hazırlanması koşuluyla günlük web gazetesi sayılabileceği hükmünü getiriyor. Buna karşın sürekli güncellenmeyen web sayfalarıyla ilgili düzenleme bulunmamaktadır. İnternet gazetesinin sorumlu yöneticisi, tıpkı basın yasasında basılı gazeteler için öngörülen sorumlu kişi gibi, MDStV'nin 6. maddesinin 2. fıkrasına göre, gazeteciliğe özgü redaksiyon işlemleriyle hazırlanmış, internet üzerinden yayımlanacak bir ürünün içeriğinden bizzat sorumludur. Suç unsuru oluştuğunda, basın yasasına bağlı sorumlu gibi o da internet sayfasını kendisinin hazırlayıp güncelleştirmediği yolunda mazeret beyan edemez.
Gazetecilerin spesifik değişikliklerin anlamı dışında, internet çağında görev yaparken bile basın hukukunun yürürlükteki hükümleriyle yetinmek zorunda kalmaları, internetin sunduğu çok yönlü olanaklardan sanki yararlanamayacakları ve çalışma koşullarında hiçbir değişiklik olmayacağı izlenimi uyandırıyor. Çünkü özellikle dünya ölçeğinde araştırma yapabilme, internetteki verilere dünyanın her yerinden erişebilme olanakları, iletişimde meydana gelen kolaylık, bugüne kadar hiç tanık olmadığımız, yeni fiili ve hukuksal durumlar doğuracak. Bunlar uzun vadede basının çalışmasını olumlu ya da olumsuz etkileyebilecek. Güncel gelişmeler gazetecilikte dikkat edilmesi gereken yeni sorunları gündeme getiriyor. Şimdi bu sorunlara göz atalım.

Gazeteci Takip ve Tehdit Altında

İnternet, gazeteciler açısından global düzeyde iletişim ve araştırma olanaklarını artıran önemli bir araç. Teknoloji bir yandan gazeteciye olanaklar sunarken diğer yandan da onu kötü niyetli kişilerin hedefi haline getiriyor. Bilgisayar korsanları, bilgisayar virüsleri, yanlış ya da çarpıtılmış haberler yayımlayarak yapılan yönlendirmelerle gazeteciler engellenmek istenebiliyor. Redaksiyon işlemlerindeki gizlilik, özellikle de kaynağın korunması, redaksiyon çalışmalarının gerçek anlamda bağımsız sürdürülmesinde önemli koşullardan biri sayıldığından, her yayının yazıişlerine, teknolojinin olası tehlikelerine karşı gecikmeden önlem alması önerilebilir yalnızca. Özellikle yoğun çaba gerektiren araştırmalarda, mevcut iletişim araçlarıyla, teknik konusunda deneyimli kişiler tarafından konuşmaların dinlenmesinin, bilgilerin çıkar amaçlı kullanılmasının artık hiç de zor olmadığı dikkate alınmalı.

İnternet Yayını Yargı Denetimine Tabi

Gazete, dergi ya da herhangi bir medya ürününün internetten tüm dünyaya yayımlanması hukuksal açıdan özel sonuçlar doğurur. Yayındaki ifadeler tüm ülkelerin mahkemelerinde herhangi bir şekilde dava konusu olabilir. Bir medya ürününün bilgisayar korsanları tarafından kural gözetilmeden bir PC'ye yüklenerek PC kullanıcısına iletilmesi gibi özel durumu bir yana bırakırsak şunu söyleyebiliriz: Yayımlanan ürün suç içeren, yanlış, anlaşılmaz, özellikle anlaşılamaz hale getirilmiş ifadeler içeriyorsa, bu veriler herhangi bir bilgisayar kullanıcısının konutunda bulunduğunda dava konusu oluşuyor demektir.
Suç teşkil eden eylemle ilgili dava, PC kullanıcısının ikamet ettiği bölgedeki mahkemeye sunulur. Dolayısıyla medya içeriklerinden sorumlu kişiler için dünyanın her yerinde yargı karşısına çıkma tehlikesi söz konusudur.
Bu konumdaki kişiler yayımladıkları ürünün yasaya uygunluğunun kendi ülkelerindeki hukuk sistemine göre tespit edilmesi gerektiğini ileri sürebilirler. İlk bakışta akılcı gibi görünse de, bu yaklaşım, Amerikalı bir hakimin mahkemeyi Türk ya da Alman basın hukukunun içerdiği hükümlerin anlam ve amacı doğrultusunda yürütmesi demektir. Böyle bir uygulamayı kabul etmek olanaksızdır.
Şu anda, internetten yayımlanan bir ulusal günlük gazeteye, içeriğinden dolayı yabancı bir ülkede dava açılma olasılığı düşük olsa bile, geleceği düşünerek yasal düzenlemelerin bir an önce başlatılmasında yarar var. 1968 tarihli "Sivil Ticaret Davalarındaki Adli Kararların Yürütümü Hakkında Avrupa Ekonomi Birliği Anlaşması" ve buna paralel 1988'de imzalanan Luganer Anlaşması gibi hukuksal sorunlarla ilgili mevcut uluslararası mevzuat, internet konusundaki yargılama yetkisini netleştirecek şekilde gözden geçirilmeli. Yargıya konu olabilecek fikirlerin, ifadelerin dünyanın herhangi bir yerinde mahkemeye yansıdığında çıkış ülkesindeki yasal düzenlemelerin temel alınması gerektiği, internetteki gazete ya da derginin bir başka ülkede teknik olarak yayımlanması değil, aksine bu ürünün içeriğini hangi amaçla hazırlayıp sunduğu konularının mahkeme sürecinde önem kazanması gibi tartışmalı ayrıntılar açığa kavuşturulmalı.
Almanya'da yargılama yetkisiyle ilgili yargı kararları mevcut. Örneğin Bremen Yüksek Mahkemesi, Almanya'daki yüksek mahkemeler arasında ilk kez bağlayıcı bir karar aldı. Mahkeme, suç teşkil eden eylemin failin iradesiyle ve mahkemenin bağlı bulunduğu yerel sınırlar içinde gerçekleşmesi halinde konunun yargıya taşınabileceği kararını verdi.

Telif Haklarına Sahip Çıkılmalı

İnterneti benzersiz kılan, sınırsız bilgi kaynağına erişme olanağı sağlaması. Doğal olarak bu bilgilerin öncelikle belli kişiler tarafından üretilmesi gerekir. Eserleri üzerinde telif haklarına sahip bu kişiler, eserlerinin kullanılması söz konusu olduğunda karar verme yetkisine sahip oldukları gibi telif haklarını devrederken de bir bedel talep edebilir. Eğer eser sahibi önceden açıkça ya da dolaylı belirtmediyse fikir ürününün kullanım hakkını ayrı ayrı devredebilme, karşılığında bir bedel alma hakkına sahip. Bu nedenle telif haklarıyla korunan eserin internette farklı ve özerk bir kullanım alanı yarattığı artık tüm dünyada kabul edilmesi gereken bir gerçek.
Yapısından dolayı "kaotik işlemler sistemi" denebilir bu uygulamaya. İnternette bir kez ağ üzerinden iletilmiş eser için yasal düzenleme getirmek kesinlikle olanaksız. Suç unsuru eylemle ilgili, bu alanda da söz konusu olan "ülkeye göre yargı kararı"na rağmen, bu hakların global düzeyde geçerli sayılabilmesi hem organizasyon, hem de parasal gerekçelerle zaten olanaksız gibi görünüyor.
Eser bir kez web ortamına girdiğinde, kullanımına kural koymak artık mümkün değil. Bu nedenle de özellikle serbest gazetecilerin eserlerinin on-line kullanım haklarını yayımcılarla yapacakları sözleşmelerde kurala bağlamaları giderek önem kazanacak. İnternetteki telif konusu kısa süre önce Berlin Yüksek Mahkemesi'nde gündeme geldi. Mahkeme henüz kesinleşmeyen iki davada verdiği "Bir basın organının internette fotoğraf kullanması ancak fotoğrafçıyla basın organı arasındaki yazılı sözleşme çerçevesinde gerçekleştirilebilir" hükmüyle konuya açıklık getirdi.

Basın AİHS'yi Savunmalı

Fikir ürünlerinin uluslararası kullanıma açılması sonucunda tıpkı temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması gibi iletişim ve basın özgürlüğü ile ilgili devletler arası hukuka dayalı anlaşmalar da önem kazanacaktır. Bu arada bir ülkede temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasının otomatik olarak "demokratik bir toplum yaratmak amacıyla" basın özgürlüğünün oluşmasını sağlamaz. Aksine özgür ve demokratik bir toplum ancak bağımsızlığını kazanmış, kamusal görevlerini yerine getiren, yani haber aktaran, özgürlüklere bekçilik yapan, tartışma platformu oluşturan bir basınla mümkündür.
Gelecekte tüm Avrupa için geçerli olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) 10. maddesinde yer alan ifade özgürlüğü garantisi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından bu maddenin yaşama geçirilmesinin teminat altına alınması da giderek önem kazanacaktır. AİHS'nin 10. maddesine göre, herkes ifade özgürlüğüne sahiptir. Sözleşmenin bu maddesi, her bireyin ifade özgürlüğünü, her türlü bilgi, haber ve düşünceden kamu makamlarının müdahalesi olmadan, ulusal sınırlara bakılmaksızın özgürce yararlanması hakkını güvenceye alır. AİHM, gündeme gelen davalarda ifade özgürlüğünün ülkelerde nasıl uygulandığını inceler. AİHS'nin 10. maddesinin 2. fıkrasında resmi makamlara, gerekli durumlarda, ifade özgürlüğünü kısıtlamayacak biçimde düzenlemeler yapabilecek takdir yetkisi vermiştir. AİHM devlet müdahalesinin söz konusu olduğu davalarda, demokratik toplum düzeni için gerekli olduğu düşüncesiyle uygulanan yasal düzenlemelerin, sınırlamaların meşru amaçla orantılı olup olmadığını, resmi makamların savunma amacıyla ileri sürdükleri gerekçelerin yeterli olup olmadığını denetler. Bu bağlamda AİHM demokratik bir toplumda basının üstlendiği göreve farklı bir değer biçer.
Dolayısıyla basın, çeşitli gerekçelerle kısıtlandığı koşullarda bile kamu yararını ilgilendiren bilgileri, fikirleri açıklamakla, topluma iletmekle yükümlüdür. Hatta AİHM'ye göre basın, kamu yararı açısından "bekçi köpeği" rolünü üstlenmelidir. Bu nedenle basının çalışmalarına kısıtlama getirilmesi gerektiğinde öncelikle demokratik toplumun yararı göz önüne alınır.
AİHS'nin 25. maddesine göre, her vatandaş sözleşmeyle güvence altına alınmış temel hakların ihlali durumunda bireysel şikâyet yolunu kullanarak AİHM'ye başvurabilir. AİHS'nin 46. maddesindeki bağlayıcı hüküm gereği AİHM, ihlal iddialarını Avrupa Komisyonu üyesi ülkelerin tamamı adına inceler. Sözleşme ve mahkeme kararları, Türkiye gibi üyeliği kısmen onaylanmış ülkeler için de bağlayıcıdır.
Her ne kadar devletler AİHM kararlarının dikkate alınması için zorlanamasa da, AİHS'de yer alan temel hak ve özgürlüklerin mahkeme tarafından liberal biçimde yorumlandığını görüyoruz. Bunun dışında Avrupa Birliği üyesi ülkelerin önemsediği "Basın özgürlüğü özgür ve demokratik toplumun vazgeçilmez parçasıdır" ilkesinin kararlarda ön plana çıkarılması sevindirici bir gelişme. Gerçekler, AİHS'nin gelecekle ilgili iddialı hedeflerinin gerisinde kalsa da, internetin basına sağladığı ve giderek hızlanan uluslararasılaşma sürecine paralel olarak, basın özgürlüğünü uluslararası düzeyde güvence altına alacak düzenlemelerin gündeme geleceğini söyleyebiliriz. Bu nedenle gazeteciler, medya ürünlerinin okuyucuya hızla iletilmesini sağlayan internet teknolojisinin çalışmalarını zorlaştıracağından korkmak yerine, orta vadede işlerini kolaylaştıracağını düşünebilir.

anadolu

Neden Nasıl Düşünürüz?

Paul Ricoeur, Jean-Pierre Changeux

Neden Nasıl Düşünürüz?

Etik, İnsan Doğası ve Beyin Üzerine Bir Tartışma

Özgün adı: Ce qui nous fait penser. La nature et la règle

Çeviri: İsmet Birkan
Yayına Hazırlayan: Tuncay Birkan, Özde Duygu Gürkan
Kapak Resmi: Albrecht Dürer
Kapak Tasarımı: Emine Bora

Kitabın Baskıları:
İlk Basım: Mayıs 2009



Beynin yapısı ve işleyişi hakkında bilgi edinmek kendi benliğimize dair bilgimize nasıl bir katkıda bulunur? Beynimizi tanımak günlük yaşamdaki deneyimimizi, dünyayla ve "öteki"yle olan ilişkimizi nasıl etkiler? Beyin ile düşünce/bilinç arasında nasıl bir ilişki vardır? Estetik ve mistik deneyim sinir bilimlerinin inceleme konusu olabilir mi? Doğaya dayalı bir etik mümkün veya istenir bir şey midir?
Bir sinir biyoloğu ile bir filozofu bu sorular etrafında, ilginç bir sohbette bir araya getirerek, doğa bilimleri ile beşeri bilimler arasındaki -"iki kültür" tabiriyle de anılan- gelenekselleşmiş iletişimsizliği aşmaya çalışan bir kitap Neden Nasıl Düşünürüz?. Jean-Pierre Changeux'nün beyinle ilgili bilimsel açıklamalarıyla, Paul Ricoeur'ün ise engin felsefi birikimiyle zenginleştirdiği bu tartışmada dinden sanata, etikten toplumsal sorunlara kadar pek çok konuya değiniliyor. Asıl amaç ise insan deneyimine dair kapsamlı bir kavrayış oluşturmak: tek bir disiplinin sınırlarına tabi olmaktansa farklı disiplinlerden beslenen, dışlayıcı değil birleştirici olan ortak bir kavrayış.
Changeux sinir bilimlerinin bu kavrayışın oluşturulmasında temel bir işlev göreceği konusunda iyimser ama pozitivizmi de reddeden bir perspektifi benimsiyor. Ricoeur ise fenomenolojik-yorumbilgisel bir bakış açısından, insan deneyiminin bütün veçhelerinin neden sinir bilimleri tarafından kuşatılamayacağını vurguluyor. Hangi eğilime yakınlık duyulursa duyulsun, bütün kitap boyunca süren bu fikir ayrılığının her iki tarafça da incelikle işlenişini izlemek, iki perspektifi de en seçkin temsilcilerinin ağzından dinlemek insana müthiş bir entelektüel zevk veriyor.


İÇİNDEKİLER


Önsöz

I Gerekli Bir Karşılaşma
1 Bilgi ve Bilgelik
2 Beynin Bilgisi ve Kendinin Bilgisi
3 Biyolojiklik ve Normatiflik

II Beden ve Ruh: Ortak Söylem Peşinde
1 Descartes'ın Muğlak Söylemi
2 Sinir Bilimlerinin Katkısı
3 Üçüncü Türden Bir Söyleme Doğru Gidiş mi?

III Nöronal Model: Yaşantı Karşısında Sınanıyor
1 Basit ile Karmaşık: Yöntem Sorunları
2 İnsan Beyni: Karmaşıklık, Hiyerarşi, Kendiliğindenlik
3 Zihinsel Nesne: Ham Hayal mi, Birleştirici Öğe mi?
4 Bir Nöronal Bilgi Kuramı Olabilir mi?
5 Daha İyi Anlamak İçin Daha Çok Açıklamak

IV Kendinin Bilinci ve Ötekinin Bilinci
1 Bilinçli Uzam (Espace Conscient)
2 Bellek Sorunu
3 Kendini Anlamak, Ötekini Anlamak
4 Ruh mu Madde mi?

V Ahlakın Kökenlerinde
1 Darwin'e Göre Evrim ve Ahlak Normları
2 Ahlakın İlk Yapıları
3 Biyolojik Tarihten Kültürel Tarihe: Bireyin Değer Kazanması

VI Arzu ve Norm
1 Doğal Eğilimlerden Etik Düzeneklere
2 Davranış Kurallarının Biyolojik Temelleri
3 Norma Geçiş

VII Evrensel Etik ve Kültürel Anlaşmazlıklar
1 Etiğin Doğal Temelleri Tartışılıyor
2 Din ve Şiddet
3 Hoşgörünün Yolları
4 Kötülük Skandalı
5 Müzakere Etiğine Doğru: Etik Komiteleri Örneği
6 Barıştırıcı Sanat

Füg
Notlar
OKUMA PARÇASI


Önsöz, s. 9-10.

Sinir bilimlerinin (neurosciences) gerek buluşları ve projeleri, gerekse ahlak üstüne, normlar üstüne, barış üstüne bir tartışmaya temel teşkil etme kapasiteleri konusunda, bir biliminsanıyla bir filozofu karşı karşıya getirmek akıllıca bir girişim olur muydu acaba? Bilim tarafında, kâh bilime güvenen, hatta sempatisini coşkulu biçimde gösteren, kâh onun yaşam üzerinde kurduğu egemenlikten ve ortak geleceğimize yönelttiği tehditten korkan bir kamuoyunun önyargılarına göğüs germek gerekiyordu. Felsefe tarafındaysa, bütün derdi kendisinin var kalıp kalamayacağı olan, metinlerden oluşmuş kendi uçsuz bucaksız mirasının içine gömülü yaşadığından genellikle son zamanlarda bilimlerde meydana gelen gelişmelere pek ilgi göstermeyen bir disiplinin kendine hayranlığını aşmak söz konusuydu.
Aklın süzgecinden geçirilmiş bir bilimsel kültürün karşısına çıkarılan engelleri yenmek için, Odile Jacob, insan beynini araştırmalarının baş konusu yapmış olan, çalışmaları L'Homme neuronal'in (Nöronal İnsan) ...

Sinir bilimlerinin (neurosciences) gerek buluşları ve projeleri, gerekse ahlak üstüne, normlar üstüne, barış üstüne bir tartışmaya temel teşkil etme kapasiteleri konusunda, bir biliminsanıyla bir filozofu karşı karşıya getirmek akıllıca bir girişim olur muydu acaba? Bilim tarafında, kâh bilime güvenen, hatta sempatisini coşkulu biçimde gösteren, kâh onun yaşam üzerinde kurduğu egemenlikten ve ortak geleceğimize yönelttiği tehditten korkan bir kamuoyunun önyargılarına göğüs germek gerekiyordu. Felsefe tarafındaysa, bütün derdi kendisinin var kalıp kalamayacağı olan, metinlerden oluşmuş kendi uçsuz bucaksız mirasının içine gömülü yaşadığından genellikle son zamanlarda bilimlerde meydana gelen gelişmelere pek ilgi göstermeyen bir disiplinin kendine hayranlığını aşmak söz konusuydu.
Aklın süzgecinden geçirilmiş bir bilimsel kültürün karşısına çıkarılan engelleri yenmek için, Odile Jacob, insan beynini araştırmalarının baş konusu yapmış olan, çalışmaları L'Homme neuronal'in (Nöronal İnsan) yayımlanmasından beri büyük okur kitlesi tarafından iyi bilinen ve çalışmalarını halen sürdüren bir biliminsanına başvurdu. Felsefeyi etrafını çeviren kale duvarlarının dışına çekmek için de, Soi-même comme un autre'da (Öteki Olarak Kendi) tüm çalışmalarını özetledikten sonra, ortaçağda "tartışmalı meseleler" denen ve pek çok hekim, hukukçu, tarihçi ve siyaset bilimcinin de ilgilendiği konulara el atmış bir filozof seçti.
Yani editörün seçimi iki sesli bir diyalog yönünde oldu. Ama bunun yumuşak ve uzlaşıcı değil sert ve çarpışmacı olması gerekiyordu. Öyle de oldu, tartışma boyunca her iki taraf da birbirinin dayanma gücünü sınadı: Filozof sarsıcı, ezici argümanlarının altının oyulduğunu gördü, bilim adamıysa sunduğu su götürmez olguların alaşağı edildiğini. Neticede tartışmaya hakem olarak değil taraf olarak girmeye çağrılan okurun olgunluğuna duyulan güvenin göstergesi oldu bu karşılaşma. Zira Fransa'da gerçek fikir tartışması sayısı yeterince yüksek değil. Bu alan, ikna edicilikten önce kabul edilebilir, yani savunulmaya layık olmaları gereken argümanlara hiç aldırış edilmeksizin, sorgulama kabul etmeyen iddialar, tekyanlı eleştiriler, anlaşılmaz laf ebelikleri, ucuz küçümseme ve alaylarla dolup taşıyor.
Bu açıdan bakılınca, bir biliminsanıyla bir filozof arasında tamamen özgür ve açıksözlü bir diyaloğun yaşanması, her ikisi için de sıradışı bir deneyim oluşturdu. Programsız bir sohbet olarak başlayıp kaydedilen bir tartışma halini alan bu diyalog, yazı aşamasına geçilince daha keskin, hatta bazen daha sert ve incitici oldu. Ama bu, fikir yarıştırmanın ödünsüz etiğine uymak zorunda kaldığında, her tartışmanın karşılaşacağı güçlüklerin küçük ölçekli bir modeli değil mi? Bu ikili alışverişin, okurların eline geçince, çoktaraflı bir karşılıklı anlayış sürecine dönüşmesini dileyelim.

Paul Ricoeur - Jean-Pierre Changeux

Emmanuel Levinas Zaman ve Başka

Emmanuel Levinas

Zaman ve Başka

Zeynep Direk'in sunuşuyla

Özgün adı: İlk kez J. Wahl, Le Choix, Le Monde, L'Existence içinde yayımlanmış (Grenoble-Paris: Arthaud, 1948); 1979'da Les temp et l'autre başlığıyla, Önsöz eklenerek kitaplaşmıştır.

Sunuş ve Yayıma Hazırlayan : Zeynep Direk
Çeviri : Özkan Gözel
Kapak Resmi : Maria Elena - Wieira da Silva
Kapak Tasarımı : Semih Sökmen


Kitabın Baskıları:
İlk Basım: Ekim 2005



Levinas'ın Zaman ve Başka'sı, 1948 tarihli bir konferans dizisinin, 1979 tarihli Önsöz ile kitaplaştırılmış halidir. Levinas'ın düşüncesinin bütünü içinde, yeniliği ve şaşırtıcılığıyla en önemli duraklardan biri olan kitap şu sözlerle açılıyor:
"Bu konferansların amacı, zamanın yalnız ve yalıtılmış bir öznenin olgusu olmadığını, bizzat öznenin başkası'yla ilişkisi olduğunu göstermekten ibarettir. Bu tezde sosyolojik bir şey yoktur. Mesele, toplumdan aldığımız mefhumlar sayesinde zamanın nasıl bölümlendiğini ve düzenlendiğini, toplumun zamanın bir temsilini oluşturmamızı nasıl olanaklı kıldığını anlatmak değildir. Sözünü edeceğimiz şey bizim zaman hakkındaki düşüncelerimiz değil, zamanın kendisidir. Bu savı desteklemek için bir yandan yalnızlık mefhumunu, diğer yandan, zamanın yalnızlığa sunduğu şansları ele alıp düşünmek gerekecektir."
Zaman ve Başka, Levinas'ın kendi felsefesini dile getirdiği bir metin olarak, akademik felsefe yazınının sınırlarını zorlayan, insana daha çok edebi metinlerdeki ilhamlı dil ve tarzı hatırlatan bir eser: "Açıklamaya girişmeyen, çözümlemenin içinde yavaşlamayan, sonuçlarını bir bir çıkarmayan, dediğinin altını çizmeyen, öğretmeyen bir söylemedir bu. Böyle bir metin felsefi okumayı baştan kolaylaştırmaz, durmaksızın çağırır ve bekler."


İÇİNDEKİLER


Sunuş, Zeynep Direk

Önsöz

I
Konu ve Plan
Varolmanın Yalnızlığı
Varolansız Varolma
Hipostaz
Yalnızlık ve Hipostaz
Yalnızlık ve Maddesellik

II
Gündelik Yaşam ve Selamet
Dünya yoluyla Selamet – Nimetler
Işığın ve Aklın Aşkınlığı

III
Çalışma
Istırap ve Ölüm
Ölüm ve Gelecek
Olay ve Başka
Başka ve Başkası
Zman ve Başkası

IV
İktidar ve Başkasıyla İlişki
Eros
Velüdiyet


OKUMA PARÇASI


Önsöz, s. 47-55

Otuz yıl önce yayımlanmış bir metnin yeni baskısına önsöz yazmak, bir başkasının kitabına önsöz yazmaktır neredeyse.(1) Şu farkla ki insan eksiklikleri daha hızlı fark ediyor, daha acı bir şekilde hissediyor.
Okuyacağınız metin Jean Wahl tarafından Quartier Latin'de kurulan Felsefe Koleji'nde, faaliyete geçişinin ilk yılında, 1946-47'de, "Zaman ve Başka" başlığı altında verilmiş dört konferansın stenografik kaydından hazırlanmıştır. 1948'de Felsefe Koleji Defterleri'nin ilki olan "Seçim, Dünya, Varoluş" başlıklı kolektif derleme içinde yayımlandı. Bu derlemede Jeanne Hirsch, Alphonse de Waelhens ve bizzat Jean Wahl(2) ile birlikte olmak beni mutlu etmişti. Kuşkusuz bazı ifadelerde bu yazının konuşma üslubunu (veya üslupsuzluğunu) ani ve beceriksizce bulan çok kişi çıkacak. Bağlamları açıkça dile getirilmemiş, açılımları sonuna dek keşfedilmemiş, ortaya saçtığı yenilikler ...
Önsöz, s. 47-55

Otuz yıl önce yayımlanmış bir metnin yeni baskısına önsöz yazmak, bir başkasının kitabına önsöz yazmaktır neredeyse.(1) Şu farkla ki insan eksiklikleri daha hızlı fark ediyor, daha acı bir şekilde hissediyor.
Okuyacağınız metin Jean Wahl tarafından Quartier Latin'de kurulan Felsefe Koleji'nde, faaliyete geçişinin ilk yılında, 1946-47'de, "Zaman ve Başka" başlığı altında verilmiş dört konferansın stenografik kaydından hazırlanmıştır. 1948'de Felsefe Koleji Defterleri'nin ilki olan "Seçim, Dünya, Varoluş" başlıklı kolektif derleme içinde yayımlandı. Bu derlemede Jeanne Hirsch, Alphonse de Waelhens ve bizzat Jean Wahl(2) ile birlikte olmak beni mutlu etmişti. Kuşkusuz bazı ifadelerde bu yazının konuşma üslubunu (veya üslupsuzluğunu) ani ve beceriksizce bulan çok kişi çıkacak. Bağlamları açıkça dile getirilmemiş, açılımları sonuna dek keşfedilmemiş, ortaya saçtığı yenilikler dizgeleştirilmemiş savlar da yer alıyor bu denemelerde. Bu sözlerimi, 1948'den beri, metnin yaşlanmasının muhtemelen daha da belirgin kıldığı bu kusurlara işaret eden bir başlangıç notu olarak kabul edin.
Metnin böyle ayrı bir kitap olarak basılması fikrini kabul etmeme rağmen gençleştirmeyi reddettiysem bunun sebebi hâlâ başlangıçtaki projeye bağlı olmamdır. Bu metin o projenin –çeşitli düşünce hareketlerinin ortasında– doğuşu ve ilk formülasyonudur. Bu fazla aceleci sayfalarda ilerlendikçe sunumun dokusunun sıkılaştığı fark edilecek. Zaman sonlu varlığın bizzat sınırlandırılması mıdır, yoksa sonlu varlığın Tanrıyla ilişkisi midir? Varlığa sonluluğa karşıt bir sonsuzluk, ihtiyaca karşıt bir kendine yeterlilik temin etmeyen bir ilişkidir o. Fakat tatminin ve tatminsizliğin ötesinde sosyalliğin fazlalığını (surplus) imleyecektir. Zamanı bu şekilde sorgulamak bana bugün dahi yaşamsal bir sorun gibi görünüyor.
Zaman ve Başka, zamanı, varolanın varlığının ontolojik ufku olarak değil, varlığın ötesinin kipi olarak, "düşünce"nin Başkayla ilişkisi olarak ve –başka insanın yüzü karşısında sosyalliğin çeşitli figürlerinde, erotizmde, babalıkta, komşuya karşı sorumlulukta– Bambaşkayla, Aşkın olanla, Sonsuzla ilişki olarak sunuyor. Bilme olarak, yani yönelimsellik olarak yapılanmamış bir ilişki veya bir dindir bu. Yönelimsellik, tekrar-şimdiye-getirmeyi (re-présentation) içerir ve başkayı mevcudiyete (présence) ve eş-mevcudiyete (co-présence) gönderir. Bunun tersine artzamanlılığında zaman, başka olanın başkalığını örselemeyen bir ilişkiyi imler. Hem de bu ilişkinin "düşünce"ye kayıtsız kalmamasını temin eder.
Sonlu varlığın kipliği olarak zaman, varolanın varlığının birbirini dışlayan anlarda dağılımını ifade ediyor olsa gerek aslında. Dahası bunlar değişken ve kendine sadık olmayan anlardır ve her biri tek tek kendi mevcudiyetlerinin dışına, geçmişe itilirler. Bununla birlikte bu mevcudiyetin birdenbire ortaya çıkan fikrini sağlamış olurlar ve böylece mevcudiyetin anlamsızlığını, anlamını, ölümünü ve yaşamını düşündürürler. İdrak, yaşanmış süreden hiçbir şeyi ödünç almaksızın, ebediyetin a priori fikrine sahip olduğunu iddia edecektir. Çok'un tek haline geldiği bir varlık kipinin fikridir bu ve şimdi'ye tüm anlamını bahşedecek olan da odur. Peki ebediyetin, anın fışkırışını –yarı-hakikatini– gizlemekten başka bir işe yaramadığından kuşkulanılamaz mı? Anın fışkırışı, zamansız olanın içinde oynamaya ve bir araya getirilemez olanın toparlanabileceği yanılgısına kapılmaya yatkın bir hayalgücünde tutulmuş olamaz mı? Zamansal dağılımın bu soyut ve değişken yarı-anlarından oluşan bu ebediyet ve bu akli Tanrı son tahlilde soyut bir ebediyet ve ölü bir Tanrı olmayacak mıdır?
Zaman ve Başka'da ele alınan temel sav bunun tersine, zamanı ebediyetin yozlaşmış bir hali olarak değil, şu asimile edilemez olduğu için mutlak başka olanla ilişki olarak düşünmekten ibarettir. Deneyim tarafından asimile edilemez olanla ya da şu sonsuzun ta kendisi olduğundan kavranılmaya (com-prendre) izin vermeyenle ilişki. Yine de şu Sonsuz veya şu Başka, kendisine şu belirtme sıfatını kullanarak basit bir nesneymişcesine parmakla işaret edilmesine veya vücut kazanması için belirli veya belirsiz bir tanımlık iliştirilmesine tahammül etmek zorundadır adeta. Görünmezle bir ilişkidir bu; görünmezlik, beşeri bilginin yetersizliğinden kaynaklanmaz; bilginin kendisinin mutlak başkanın Sonsuzuna elverişsizliğinden, upuygun olmayışından, çakışma gibi bir olayın burada saçmalık olmasından ileri gelir. Çakışmanın imkânsızlığı, upuygun olmama, basitçe olumsuz mefhumlar değildir. Zamanın artzamanlılığında verili çakışmazlık fenomeni içinde bir anlamı vardır bunların. Zaman çakışmazlığın şu daima' sını ve dahası ilişkinin –iştiyakın ve bekleyişin– şu daima' sını imler: ideal bir çizgiden daha ince bir ipliktir bu; artzamanlılık onu kesmez, bir ilişkinin paradoksunda korur. Bu ilişki mantığımızın ve psikolojimizin diğer ilişkilerinden farklı bir ilişkidir, çünkü mantığımız ve psikolojimiz en azından kendi terimlerine eşzamanlılığı nihai bir ortaklık suretinde bahşederler. Burada söz konusu olan terimsiz bir ilişki, beklenileni olmayan bir bekleyiş, doyurulamaz bir iştiyaktır. Aynı zamanda yakınlık olan bir mesafedir o, bir çakışma veya yitik bir birleşme değildir. Daha önce söylediğim gibi, kökensel bir sosyalliğin tüm fazlalığını veya tüm iyiliğini imler o. Artzamanlılığın eşzamanlılıktan fazla olması, yakınlığın verili olma olgusundan daha değerli olması, eşitlenemez olana bağlılığın kendilik bilincinden daha iyi olması – dinin zorluğu ve yüksekliği burada değil midir? Ayrıca bu "mesafe-yakınlığın" tüm betimlemeleri ancak yaklaşık ve metaforik olabilirler, çünkü zamanın artzamanlılığı onun mecazi olmayan anlamı, esas anlamı ve modelidir.(3)
"Bambaşka"nın Sonsuzuna aşkınlık olarak anlaşılan zamanın "hareketi" çizgisel olarak zamansallaşmaz, yönelimin ışınının doğruluğuna benzemez. Bu hareketin ölümün gizemi tarafından işaretlenen imleme tarzı, başka insanla ilişkinin etik serüvenine katılmak suretiyle dolambaca başvurur.(4)
1948'deki denememde zamansal aşkınlık, yalnızca hazırlık niteliği taşıyan saptamalarla betimlenmişti. Bu saptamalara, artzamanlılığı imleyen aşkınlık ile başkasının başkalığının mesafesi arasındaki analoji kılavuzluk eder. Bu aşkınlığın aralığını boylu boyunca kat eden bağ üzerine yapılan vurgu da öyle (fakat bunu her ilişkinin terimlerini birbirine bağlayan bağla karıştırmamak gerekir).
Bu kitapta bu fikirlerin ifadesini izleyen güzergâhta değişiklik yapmak istemedim. Bu güzergâh, Kurtuluş'un(5) ertesinde la Montagne Sainte-Geneviève'in(6) getirdiği açılım iklimine tanıklık ediyor gibi görünmüştür bana. Jean Wahl'in Felsefe Koleji bu açılımın yansıması ve odaklarından biriydi. Vladimir Jankélévitch(7) o esinli ve yüksek perdeli taklit edilemez sesiyle Bergson'un verdiği mesajda işitilmemiş olanı dile getirir, anlatılamazı formüle eder, Felsefe Koleji'ni ağzına dek doldururdu. Jean Wahl felsefeyle sanatın değişik formları arasındaki ayrıcalıklı akrabalığa vurgu yapar, "yaşayan felsefe"deki eğilimlerin çokluğunu selamlardı. Wahl bunlardan birinden diğerine geçmekten hoşlanırdı. Her tavrıyla gözüpek "entelektüel deneylere" ve riskli arayışlara davet ederdi sanki. Husserl fenomenolojisi, Sartre ve Merleau-Ponty sayesinde varoluş felsefesi ve hatta Heidegger'in temel ontolojisinin ilk dile getirilişleri o zamanlar yeni felsefi imkânlar vaat ediyordu. İnsanları her zaman ilgilendirmiş olan, ama onların hiç spekülatif bir söylem içinde düşünmeye kalkışmadıkları şeyleri adlandıran sözcükler, kategoriler katına çıkmaktaydı böylece. Kem küm etmeden –çoğu kez de ihtiyatı elden bırakarak– akademik kurallardan belli bir yere kadar özgürleşerek ve geçerli düzenin sözcüklerinin tiranlığına maruz kalmadan, Gabriel Marcel'in(8) Journal Métaphysique'inde dediği gibi "deşilmek", "derinleştirilmek" veya "açımlanmak" üzere fikirler üretilebiliyor ve bunlar başkalarına sunulabiliyordu.
Zaman ve Başka'da temel savımızın dolambaçlı bir biçimde yol alırken katettiği çeşitli izlekleri o açılım yıllarının havası içersinde okumak gerek. Zaman ve Başka'da öznellik hakkında söylenen şunlardır: Ben'in varlığın anonim var'ı (Il y a) üzerindeki hâkimiyeti, Kendi'nin (le Soi) derhal Ben'e dönmesi, Ben'in bizzat Kendi'yle dolup kapanması ve böylece maddeci maddesellik ve içkinliğin yalnızlığı, varlığın çalışmada, zahmette ve ıstırapta hissedilen kaçınılmaz ağırlığı. Ardından dünya hakkında söylenen ise şudur: Nimetlerin ve bilgilerin aşkınlığı, keyif almanın (jouissance) yüreğindeki deneyim, bilme ve kendine dönüş, her başka'yı hazmeden bilmenin ışığında yalnızlık, özsel olarak bir olan aklın yalnızlığı. Ve ölüm hakkında söylenen şudur: Ölüm, saf hiçlik değil üstlenilemez gizemdir ve bu anlamda da olayın olurluğudur. İçkinliğin Aynı'sına zorla girme ve yalıtılmış anların tik taklarını ve yeknesaklığını kesintiye uğratma noktasındadır bu olurluk. Bambaşka'nın, geleceğin, zamanın zamansallığının olurluğudur ki, onda artzamanlılık tam da mutlak olarak dışarıda kalanla ilişkiyi betimler. Son olarak başkasıyla, dişiyle, evlatla ilişki hakkında, Ben'in velûdiyeti (fécondité), artzamanlılığın somut kipliği, zamanın aşkınlığının eklemlenmeleri veya kaçınılmaz sapmaları hakkında söylenen de şudur: ne Aynının Başkada eridiği bir vecd ne de Başkanın Aynıya ait olduğu bir bilme. İlişkisiz ilişki, doyurulamaz arzu veya Sonsuzun yakınlığı. Daha sonra bu savların hepsini ilk biçimleriyle yeniden ele almadım. O zamandan bugüne bazılarının daha çapraşık ve eski meselelerden ayrı olarak ele alınamaz oldukları, ve daha az doğaçlama bir ifadeye ve bilhassa da farklı bir düşünceye ihtiyaç duydukları ortaya çıkmıştır.
Bu eski konferansların son sayfalarında bulunan ve bana önemli görünen iki hususun altını çizmek istiyorum. Bu iki husus söz konusu konferanslarda başkalığın ve onun aşkınlığının fenomenolojisini yapmaya hangi tarzda teşebbüs edildiğine ilişkindir.
Beşeri başkalık salt formel ve mantıksal başkalık temelinde düşünülmemiştir. Her çokluğun terimleri salt formel ve mantıksal başkalık sayesinde birbirinden ayrılır (çoklukta her bir terim farklı niteliklerin taşıyıcısı olarak zaten başkadır ve eşit terimlerin çokluğunda her bir terim, bireyleşmesi itibariyle ötekinin ötekisidir). Zamanı açan aşkın bir başkalık mefhumu ilkin bir başkalık-içeriği temelinde, dişilik temelinde araştırılmıştır. Dişilik bana, yalnızca tüm diğerlerinden farklı bir nitelik olarak değil, bizzat farklılığın niteliği olarak farklılıklarla tezat oluşturan bir farklılık olarak göründü. Bunun hangi anlamda erillik veya erkeklik hakkında, yani genel olarak cinsiyet farklılığı hakkında söylenebileceğini görmek gerekir. Dişi farklılıkla ilgili bu fikir, salt sayısal olan tüm ikiliklerden ayrı bir biçimde, çift (le couple) mefhumunu mümkün kılıyor olsa gerek. İki (kişi)lik sosyallik mefhumu cinsiyet farklılığından çıkar. Bu mefhum yüzün istisnai epifanisi –soyut ve afif çıplaklığı– için muhtemelen zorunludur, fakat erotizmin esasını oluşturur. Ve başkalık erotizme –yine basitçe mantıksal bir ayrım olarak değil, bir nitelik olarak– bizzat yüzün sessizliğince söylenen "öldürmeyeceksin" ile taşınır. Erotizm ve libidodaki etik ışımanın anlamlılığı. İnsanlık erotizm ve libido yoluyla iki kişilik topluma girer ve bu toplumu belki de çağdaş panerotizmin basitliğini hiç olmazsa tartışma konusu etmeyi yetkilendirerek ayakta tutar.
Son olarak Zaman ve Başka'da aşkınlığın babalıktan yola çıkılarak göz önünde tutulmuş olan yapısal bir özelliğine işaret etmek istiyorum: Babanın üstlenebileceğinin ötesinde yer alan, oğula sunulan imkân, belli bir anlamda hâlâ onun kalır. Tam olarak ebeveynlik anlamında. Babanın imkânı –veya onun kayıtsız olmadığı (non-indifférente) imkân– bir başkasının üstlendiği bir imkândır: Oğul sayesinde mümkünün ötesindeki bir imkânın vuku bulması! Burada ebeveynliği yöneten toplumsal kurallardan kaynaklanmayan, muhtemelen bu kuralları temellendiren bir kayıtsız-olmama söz konusudur. Bu kayıtsız-olmama yoluyla Ben'e mümkünün ötesi mümkün olur. Yönelimsel edimlerin kaynağı ve merkezi olan aşkın öznellikte cisimleşmiş haliyle muktedir olma fikrinin tam da kendisini, Ben'in –biyolojik olmayan– velûdiyeti mefhumundan yola çıkarak tartışma konusu haline getiren şey budur.

Emmanuel Levinas, 1979

(Levinas'ın Zaman ve Başka'ya dair daha yakın tarihli yorumları için 1981'de Philippe Nemo ile yaptığı radyo konuşmasına bakılabilir: "Etik ve Sonsuz", Sonsuza Tanıklık içinde, İstanbul: Metis, 2003, s. 295. —ed.n.)