19 Eylül 2007 Çarşamba

İLETİŞİME 'ÇOCUK ODAKLI HABER' DERSİ

UNICEF Türkiye İletişim Sorumlusu Sema Hosta, iletişim fakültelerinde çocuk haklarına uygun ve çocukların zarar görmeyeceği şekilde haber dili kullanımının öğretileceğini bildirdi.



Hosta, Türkiye'nin de imzaladığı Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin temel alındığı çalışmaya ilişkin ''İletişim fakültesi öğrencilerine çocuk lisanını, çocuk haklarına saygılı haber yazmayı öğreteceğiz. Türkiye'nin bir çocuk lisanı geliştirmesi lazım. Nasıl ki bir kadın lisanı geliştirdik, çocuk lisanını da geliştirebiliriz. Çünkü onlar bugün çocuk, yarın değil. Her şey değişiyor ve onlar en güçlü etkenin diliyle, medya söylemleriyle büyüyor, şekilleniyor'' diye konuştu.

-BASIN TEMSİLCİLERİNE EĞİTİM-

Sema Hosta, ilk olarak 2003 yılında Doğu Anadolu bölgesinde yürütülen aşı kampanyası sırasında bu fikrin ortaya çıktığını belirterek, şunları söyledi:

''Hedefimiz, medyanın bu tür sosyal projelerdeki rolünü artırmaktı ve başarılı da olduk. Birçok basın mensubu sabah haberlerini yazdı, öğleden sonra bizimle vatandaşları aşı kampanyasına katılmaya çağırdı. Diyarbakır'daki toplantı esnasında da bu fikir ortaya çıktı.''

Şiddet içerikli haberlerin çocukları etkilediğini, bazılarının ise rol model teşkil ettiğini anlatan Hosta, ''Diğer taraftan istismar veya kaçırma olayına karışan çocuğun adı saklı tutuluyor ama çocuğun nerede oturduğu sokağına kadar belirtiliyor. Kimlik saklanması nerede kalıyor o zaman? Haberlerde, savaşın içerisinde hep çocuklar ön planda. Şiddet ögeleri her yerde, internetin içerisindeler. Bunların olmaması gerektiği konusunda toplantıdaki herkes aynı fikirdeydi ve biz 'Çocuk Dostu Medya İletişim Ağı'nı kurduk.''

-ÇOCUK DOSTU MEDYA İLETİŞİM AĞI-

Oluşturdukları ''Çocuk Dostu Medya İletişim Ağı''na üye olan basın mensuplarının çocukla ilgili bir haber yaparken temel hareket noktalarının ''Tüm etik kuralları takip edeceğim, çocuğun üstün yararını dikkate alacağım, çocuğun özel hayatına saygılı olacağım ve o çocuk benim çocuğummuş gibi hareket edeceğim'' şeklinde olduğunu anlatan Hosta, Bağımsız İletişim Ağı (BİA) üyeleriyle 2006 yılında gerçekleştirdikleri 7 bölge toplantısıyla bu konuda dünyada bir ilki başararak ''basın mensuplarına hizmet içi eğitim'' verdiklerini söyledi.

-''ÇOCUK ODAKLI HABERCİLİK''-

Hosta, düzenledikleri bu toplantıları BİA'nın desteğiyle ''Çocuk Odaklı Habercilik'' isimli kitapta topladıklarını ve kitabın içerisinde de ''Çocuk Hakları Sözleşmesi'', ''Türkiye'de Binyıl Kalkınma Hedefleri'', ''Haberin Konusu Olarak Çocuğun Hakları'', ''Çocuğun Medya Kullanmasına Yönelik Hakları'' başlıklarının yer aldığını kaydetti.

Toplantılara katılan basın mensuplarına bu kitabın yanı sıra ''Çocuk Hakları ve Medya'', ''Çocuklarla Görüşme'' kitapçıklarını verdiklerini bildiren Hosta, ''Diğer taraftan bir çocukla nasıl röportaj yapılır, bu esnada yanağı okşanır mı, ona çocuk gibi mi davranılır, bunları konuştuk. Çocukların zarar görmeyeceği bir dilde haber yazmak hiç de zor değil'' dedi.

Eğitim programlarında çocukların yer almadığını belirten Hosta, ''Bundan sonraki toplantılara çocukları da götüreceğiz. Çünkü biz UNICEF programını bile çocuklarla hazırlıyoruz ama bu deneme süreciydi. Bundan sonra çocukları da katacağız'' diye konuştu.

-PİLOT DERSLER, GALATASARAY VE ANADOLU ÜNİVERSİTELERİNDE-

Hosta, gerçekleştirdikleri toplantılar esnasında, iletişim fakültelerine ders hazırlamaya karar verdiklerini ve bu fikri Türkiye'deki iletişim fakültelerinin dekanlarına önerdiklerini anlattı.

Fakültelerin dekanlarının bu fikre olumlu yaklaştığını ifade eden Hosta, şunları kaydetti:

''Bunun çok önemli bir konu olduğunu ancak medya etiği dışında çocuk haklarına yönelik derslerin müfredatta yer almadığını söylediler. Bu çalışmada yer alabileceklerini belirttiler. Hak odaklı haberciliğin içerisinde bir konu başlığı olarak sunuluyordu bu. Şu anda bir grup öğretim üyesi, lisans düzeyinde bir çalışma hazırlıyor. Bu çalışmayı ekim ayında bitireceğiz ve pilot uygulama bu dönem Galatasaray ve Anadolu Üniversitesinde yapılacak.''

''Çocuk Odaklı Habercilik'' dersini öğretim üyelerinin vereceğini ve bu eğitimcilerin, ''çocuklar ve iletişim alanında başarılı'' olduğunu vurgulayan Hosta, derslere katılan öğrencilerin daha sonra çocuklarla da bir araya gelerek dergi, haber, röportaj gibi çalışmalar yapacaklarını söyledi.

Pilot uygulama sırasında çalışmanın eksikliklerinin ortaya çıkacağını ve öğretim üyelerinin deneyimleriyle çalışmayı geliştireceklerini söyleyen Hosta, şöyle konuştu:

''Umuyorum ki Türkiye genelinde tüm iletişim fakültelerinde gelecek yıl bu ders verilecek. İletişime ve çocuk haklarına bu kadar gönül vermiş insan bir araya geldiğinde işin çapı büyüyor. Bu gerçekten çocuk haklarına saygı duymaktır. Bu çalışmayla basın mensubu adaylarına çocuk haklarına saygılı olmayı öğretmeyi hedefliyoruz. Diğer taraftan çalışma hayatındaki basın mensuplarıyla toplantılarımız devam edecek. Basın mensuplarını çocuklarla dost olmaya çağırıyoruz.''

Türk ve Alman iletişim öğrencilerinden bilimsel paylaşım

İstanbul(İÜHA)- İstanbul Üniversitesi (İÜ) İletişim Fakültesi ve Almanya’nın Fachhochschule Bonn-Rhein-Sieg Teknik Gazetecilik Yüksekokulu arasında bu yıl üçüncüsü düzenlenen Alman-Türk Yaz Akademisi, İstanbul’da gerçekleştirildi.

İÜ İletişim Fakültesi ve Fachhochschule Bonn-Rhein-Sieg arasındaki akademik ilişkilerin arttırılmasının amaçlandığı yaz akademisinde, iletişim dünyasındaki gelişmelerle ilgili düzenlenen karşılıklı sunumlarla da iki üniversite arasında bilimsel işbirliği sağlandı.
İlki iki yıl önce Bayramoğlu’ndeki Basın İlan Kurumu Tatil Köyü’nde, ikincisi Almanya’nın Sankt Augustin kentinde gerçekleştirilen yaz akademilerinin üçüncüsü de 10-15 Eylül 2007 tarihlerinde yine Bayramoğlu’nda yapıldı.
Bu yılki yaz akademisine İÜ İletişim Fakültesi’nden 13 akademisyen ve öğrenciler katıldı. Beş gün süren yaz akademisinde iki ülkeden öğrenci ve akademisyenler, bilimsel sunum, film gösterimi ve atölye çalışmalarının yanı sıra kültürel ve sosyal etkinlikler de gerçekleştirdi.
İÜ İletişim Fakültesi ve Fachhochschule Bonn-Rhein-Sieg Yüksekokulu işbirliğiyle düzenlenen 3’üncü yaz akademisinde, gazetecilik ve görsel-işitsel medya üzerine de tartışmalar yapıldı.
Yaz akademisinin ilk gününde, İÜ İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Suat Gezgin ve Fachhochschule Bonn-Rhein-Sieg Üniversitesi Pro-Rektörü ve Teknik Gazetecilik Yüksekokulu Öğretim Üyesi Prof. Dr. Michael Krzeminski açılış konuşmalarını yaptı. Açılış konuşmalarının ardından sunumlara geçildi.
Akademinin ikinci günü sunumlar devam etti. İki oturumda gerçekleştirilen sunumların ilkinde, oturum başkanlığını İÜ İletişim Fakültesi Radyo TV Sinema Bölüm Başkanı Doç. Dr. Neşe Kars yaptı. Sonraki oturumun başkanlığını ise yine İÜ İletişim Fakültesi Radyo TV Sinema Bölümü’nden Yard. Doç. Dr. Ceyhan Kandemir gerçekleştirdi.

4 film çekildi

12-14 Eylül tarihlerinde Araş. Gör. Tonguç İbrahim Sezen ve Araş. Gör. Didem Işıkoğlu koordinatörlüğünde ‘Yeni medya çağında küresel ısınma’ konulu workshop çalışması yapıldı. Çalışmanın ilk gününde, öğrenciler arasında workshop çalışmasın yapacak gruplar belirlendi. Ardından 4 çalışma grubu oluşmasının ardından çekimlere başlandı ve 4 adet film çekildi.

İstanbul’un tarihi ve turistik mekanları gezildi

İÜ İletişim Fakültesi’nin ev sahipliğinde gerçekleştirilen yaz akademisinin son iki gününde, Alman konuklara İstanbul’un tarihi ve turistik mekanları gezdirildi. Geziye, İÜ İletişim Fakültesi ve fakülte bünyesinde açılan Türkiye’nin ilk İletişim Galerisi gezilerek başlandı.
Daha sonra Osmanlı Devleti döneminde Harbiye Nezareti olarak kullanılan İÜ Rektörlük Binası’nı gezen öğrenciler, Sultanahmet’teki Basın İlan Kurumu’nda yenilen öğle yemeğinin ardından, gezi Ayasofya Müzesi, Sultanahmet Camisi, İstiklal Caddesi ve Taksim’de devam etti.
Yaz akademisinin son gününde, katılımcılara ve öğrencilere sertifika ve armağanlar verildi. Güzel anların yaşandığı 3’üncü Türk-Alman Yaz Akademisi, kapanış toplantısı ve film gösterimlerinin ardından sona erdi.
3’üncü Türk-Alman Yaz Akademisi’ne Fachhochschule Bonn-Rhein-Sieg Teknik Gazetecilik Yüksekokulu’ndan Öğretim Üyeleri Prof. Dr. Michael Krzeminski, Prof. Andreas Schümchen, Dr. Daniela Burkhadt, Thorsten Sellheim katılırken, öğrencilerden de Katrin Beck, Carolin Vollberg, Jessica Von Ahn, Dora Gulyas, Sven Böckler, Marius Stolz, Holger Blumberg, Timo Stoppacher, Daniel Schröder, Çağdaş Orhan, Thomas Iskra, Benjamin Hödkte ve Tim Schaaf katıldı.
Ev sahibi İÜ İletişim Fakültesi’nden ise İÜ İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Suat Gezgin’in yanı sıra Doç. Dr. Neşe Kars, Yrd. Doç. Dr. Ceyhan Kandemir, Yrd. Doç. Dr. Ergün Yolcu, Yrd. Doç. Dr. Şükrü Sim, Araş. Gör. Özgü Yolcu, Araş. Gör. Tonguç Sezen, Araş. Gör. Didem Işıkoğlu, Araş. Gör. Sermin Ildırar, Araş. Gör. Ümit Sarı, Araş. Gör. Cenk Demirkıran, Araş. Gör. Korhan Mavnacıoğlu, Araş. Gör. Ahmet Kadri Kurşun katıldı.
Yaz akademisnde Cansu Özdenak Kandemir, Vedat Atasoy gibi sektörden isimlerle Kaan Bayar, Sedat Özel, Simin Aksu Erol, Özgür Velioğlu, Mesut Aytekin, Onur Akyol, Ünsal Babayiğit, Fatih Yılmazer, Yağmur Öktemtürk, Gizem Yılmaz, Serdar Yiğitol, Sinan Şahin, Mehtap Bedir, Semra Öztürk, Feyza İmren adlı öğrenciler de katıldı.

13 Ağustos 2007 Pazartesi

Türk-Alman iletişim çalışmaları kitap oldu

İstanbul(İÜHA)-İstanbul Üniversitesi (İÜ) İletişim Fakültesi’nin Almanya’nın Fachhochschule Bonn Rhein Sieg Yüksek İhtisas Üniversitesi ile son iki yıldır gerçekleştirdiği iletişim konulu yaz akademilerinde sunulan bilimsel bildiriler kitap olarak yayımlandı.

Editörlüğünü İÜ İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Suat Gezgin ve İÜ İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ceyhan Kandemir’in yaptığı kitap, İÜ İletişim Fakültesi Yayınları arasında basıldı. “A Bridge of Intercultural Communication” adlı kitapta 2005 yılında İstanbul’da düzenlenen birinci, 2006 yılında Alman’ya’da düzenlenen ikinci Türk- Alman Yaz Akademisi’nde sunulan bilimsel bildiriler yer alıyor. Bildiriler, Türk ve Alman akademisyen ve lisansüstü öğrencilerinin çalışmalarından oluşuyor.
Kitapta, ayrıca 12-16 Eylül 2006’da Almanya’da düzenlenen “Politika, Medya ve Toplumlarda Temsiller” konulu uluslararası kollokyumda Prof. Dr. Suat Gezgin’in “Türkiye’de Demokrasi ve Medya”, Yrd. Doç. Dr. Ceyhan Kandemir ve Yrd. Doç. Dr. Ergun Yolcu’nun “ Son Dönem Türk Sinemasında Demokrasinin Temsili” ile “ Türkiye’deki Reklam Filmlerinde Kadının Temsili” adlı çalışmaları yer alıyor. Kitap, İÜ İletişim Fakültesi’nden edinilebilecek.
Türk-Alman Yaz Akademisi’nin üçüncüsü bu yıl 10-16 Eylül tarihlerinde İstanbul’da gerçekleştirilecek. Bu yılki toplantılarda film gösterimleri ve bildiri sunumları yapılacak.

Haberleşmenin tarihini gezin

İstanbul(İÜHA)-İnsanlığın ilk günlerinden bugüne ve yarına uzanan haberleşme serüveninin anlatıldığı sergi, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde ziyarete açıldı.

Yapı Kredi Kültür A.Ş.’nin desteğiyle hazırlanan sergi, daha önce Yapı Kredi Vedat Nedim Tör Salonu’nda ziyaretçileriyle buluşmuştu.
İÜ İletişim Fakültesi Dekan Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Belkıs Ulusoy Nalcıoğlu, “Sergiyi fakültemizde sergilemek için Yapı Kredi Bankası yetkililerinden istedik ve onlar da hiçbir maddi karşılık gözetmeden büyük memnuniyetle verdiler. Şimdi öğrencilerimizin faydalanması için buradalar, umarım herkes gelir ve bu yolculuğu adeta gerçekmişçesine yaşar” şeklinde konuştu.
Sergi, insanlığın ilk haberleşme araçları, bu araçların gelişimi, resim ve o dönemlerdeki yazılarla anlatılmış ilk telgraf örnekleri ile bir anlatımla ziyaretçilerin karşısına çıkıyor.
Sergide ayrıca gelecekte olacağı düşünülen ileri teknoloji ürünlerine de yer veriliyor. Matrix ve Star Wars filminden de alıntıların bulunduğu sergi, Türkiye’ ye Kırım Savaşı ile gelen telgrafın gelişimini de anlatıyor. Önceleri Fransızlar tarafından kullanılan bu aletlerin haberleşme ve galibiyetlerdeki önemi de sergiyle vurgulanıyor.
Teknolojinin gelişimi ile birlikte e-devlet, e-belediye olgusunun oluştuğuna da dikkat çeken sergi, ilk çağlarda insanların ses ve duman ile haberleşmeden, şimdiki teknolojiye ulaşana kadar geçirmiş olduğu evrelere de yer veriyor.
İlk çıktığı dönemlerde cep telefonuna karşı olan insanların bile zaman içerisinde telefonsuz sokağa bile çıkamaz hale gelmesi de serginin ilginç anlatımıyla gözler önüne seriliyor. Sergide, ayrıca ilk telgraf örnekleri, Atatürk’ ün Makbule Hanım’a gönderdiği telgraf ve Osmanlı padişahlarına ait örnekler de görülmeyi bekliyor.

Türkiye’de yerel basının bilimsel analizi

İstanbul(İÜHA)-İstanbul Üniversitesi (İÜ) İletişim Fakültesi, gazeteci Nezih Demirkent anasına akademisyen ve doktora öğrencilerinin incelemelerinden oluşan “Türkiye’de Yerel Basın” adlı bir kitap yayımladı.

Editörlüğünü İÜ İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Suat Gezgin’in yaptığı ve İÜ İletişim Fakültesi Yayınları’ndan çıkan kitap, Türkiye’de yerel basının içinde bulunduğu durumu Almanya, Fransa ve İtalya örnekleriyle karşılaştırmalı olarak irdeliyor.
Kitap, 50 yılı aşkın bir süre gazetecilik yapan ve 2001’de hayatını kaybeden Dünya Gazetesi’nin sahibi gazeteci Nezih Demirkent’in anısına hazırlandı.
Türkiye’de yerel basının tarihi, sorunları, uygulamaları, Fransa ve İtalya yerel basınından örnekler gibi bölümlerle yerel basına eleştirel bir bakış getiren kitabın gazeteciler, akademisyenler ve araştırmacılar için kaynak niteliğini taşıyor. Kitap, demokratik yaşamı güçlü kılan ve daha sağlıklı işlemesini sağlayan yerel basının, teknolojinin gelişmesi Türkiye’de nedeniyle geri planda kalmasının nedenleri ve çözüm önerileri üzerine önemli bilgiler içeriyor.
Osmanlıdan günümüze kadar var olan ulusal, yerel gazete ve dergilerin sayısal verilerini de kapsayan ve karşılaştırmalarda bulunan kitap, yerel basının özellikle seçim dönemlerindeki işlevi ve eğitim görevinden çok kişisel ve kurumsal çıkarlar doğrultusunda kullanılmasının sonuçlarını da gözler önüne seriyor.
Kitap, İÜ İletişim Fakültesi’nde meraklılarını bekliyor.

19 Temmuz 2007 Perşembe

Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde
Bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar
Bir gelincik açılır ansızın
Bir gelincik sinsi sinsi kanar

Seni düşünürken
Bir erik ağacı tepeden tırnağa donanır
Deliler gibi dönmeğe başlar
Döndükçe yumak yumak çözülür
Çözüldükçe ufalır küçülür
Çekirdeği henüz süt bağlamış
Masmavi bir erik kesilir ağzımda
Dokundukça yanar dudaklarım

Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde

Bedri Rahmi Eyüboğlu

17 Temmuz 2007 Salı

SUMMER COURSE 2007



Avrupa Birliği desteğiyle Hollanda, Macaristan Romanya ve Türkiye’den 5 üniversitenin iletişim fakülteleri öğrencilerini ve akademisyenlerini buluşturan “Kamu iletişiminde şeffaflık” projesi İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Gerçekleşti.



Üç yıldan beri devam eden proje; Romanya, Hollanda, Macaristan ve Türkiye iletişim akademisyenlerini ve seçilmiş öğrencilerini iki hafta boyunca belirtilen konu çerçevesinde konferans, çalışma atölyesi, proje sunma gibi çalışmalarda bütünleştiren bir bilimsel buluşma niteliğinde.







Kenan Evren Duman (PhD Candidate, Istanbul University)
‘Development Process of the Media of Ethnic Minorities in Turkey
and Its Issues’
The Ottoman Society was composed of several ethnic, religious and denominational groups. Even during the periods when the state was really powerful, these groups were allowed to practice their languages, religions, sects, cultures and traditions. As declared in the Lausanne Treaty, today, the minorities in Turkey include the Jews, Greeks and Armenians. According to the latest data, approximately two thousand Greeks, seven thousand Armenians and twenty thousand Jews have the minority status in Turkey. Every right of such citizens are reassured with the constitution as well as all the other laws of the Turkish Republic as expected from a state of law. Press and information activities of the non-Muslim people in Turkey have been continuing since the Ottoman State without any interruption. In this study, the development of the minority media from the Ottoman State to the present has been discussed. Thus, after providing general information about the minorities in Turkey, determined according to the international treaties, press and information activities have been held. Besides, face-to-face interviews with the authorities or related people from the minority media have been used apart form the literature review pertaining to the respective subject.




2-14 Temmuz tarihlerinde gerçekleşen projeye konuşmacı olarak katılanlar;

Dr. AKSIT Necmi (Bilkent University)
Dr. AKYOL Faruk (Istanbul University)
Dr. BLOKHUIS Peter (Ede Christian University)
CUBUKCU Mete (NTV Newschannel)
DEMIRKIRAN Cenk (Istanbul University)
MA, DUMAN Kenan Evren (Istanbul University)
Dr. DURAN Ragip (Galatasaray University)
Dr. GEMALMAZ M. Semih (Istanbul University)
Dr. GENT Marga van (Ede Christian University)
MA, GUL Oyku (Maltepe University)
Dr. INCEOGLU Yasemin Giritli (Galatasaray University)
KADIBESEGIL Salim (ORSA Strategic Communications Consultancy)
KARAKAS Gonca (EFFECT PR)
MA, KURTOGLU Sergun (Istanbul University)
Dr. MENGU Murat (Istanbul University)
Dr. MENGU Seda Cakar (Istanbul University)
Dr. OPIYO Baruck (Eastern Mediterranean University)
Dr. TOPUZ Hifzi (Turkey Association of Mass Communication Researches)
Dr. TURAN Ilter (Bilgi University)
MA, YALIN Didem (Istanbul University)



KATILIMCI LİSTESİ İSE

Istanbul University, Istanbul, Turkiye

Students:
Asilbek Abdurrahmanov
Gamze Gümüş
Murat Ünsal
Unsal Babayigit
Kenan Evren Duman
Arzu Caglar
Melis Manav

Lecturers:
Dr. Serra Görpe
Dr. Nilufer Pembecıoglu Ocel
Adem Ayten, MA


List of Hungarian Participants
Karoli Gaspar University, Budapest, Hungary

Students:
Marietta Báldi
Huszár Melinda
Koncsek Barbara
Ligeti Szilvia
Matíz Ágnes
Moskovits Gábor
Szabari Melinda
Szakácsi Eszter

Lecturers:
Dr. Piroska Komlosi
Dr. Imre Lazar


List of Romanian Participants
Babes-Bolyai University, Cluj, Romania

Students:
Cornel Nicolae Crisan
Rita Melissa Looij
Alexandru Codrenau
Paul Farcas
Corina Boei
Veronica Ilies

Lecturers:
Flaviu Calin Rus
Ilie Rad

List of Romanian Participants
Vest University, Timisoara, Romania

Students:
Paula Ionescu
Georgiana Panzaru
Sava Carina Iuliana
Alina Babolea alina
Claudia Spridon
Suzana Marinescu
Laura Radu
Simina Darabant

Lecturers:
Claudiu Mesaros
Emanuel Ionut Crudu

List of Dutch Participants
Ede Christian University, Ede, The Netherlands

Students:
Elizabeth Eline Hoogenboom
Tjabina Marije Knevel
Sebelan Kilic
Masooma Yousoufzai
Martijn Jonkman
Joliene Heimgartner
Lidwina Clazina Wilhelmina Brusche
Mirjam Wilhelmina Figge
Jan Cornelis Fontijn

Lecturers:
Dr. Peter Blokhuis
Drs.Arno van Doorn
Drs. Karlijn Goossen
Dr. Marga van Gent
Drs. Ton Veen
Dr. Tjirk van der Ziel

16 Temmuz 2007 Pazartesi

hiç sevmem


Kırmızı tonlardaki erkek kıyafetlerini, kazağını pantolona sokan adamları sevmem…

Boş boş kahvede oturanları, sigarayı bırakıp yeniden başlayanları, rakıyı susuz içenleri, hayatında bahis oynamamış olanları, turiste fes satanları, akşamları erken yatanları sevmem…

Düztabanları, son dakika gollerini, cezalı futbolcuları, internete giremeyen yaşıtlarımı, spor sayfası arkada olmayan gazeteleri, kalın kitapları, ince işleri, cenazeleri, eczaneleri, “ebegümeci” kelimesini, bahis ile kumarı karıştıranları, şansına küsenleri, insanları üzenleri, parmak arası terlikleri, “Kumarda kaybeden aşkta kazanır” lafına inananları hiç sevmem.

Bunları seveni de sevmem.

bahsettin abi den

15 Temmuz 2007 Pazar

NTV'NİN SPOR SPİKERİ BURCU ESMERSOY'DAN İNANILMAZ GAF ! İŞTE ESMERSOY'UN FENERBAHÇE TARAFTARLARINI GÜLDÜREN "HAKAN ŞÜKÜR" GAFI

NTV'nin güzel spikeri Burcu Esmersoy'un önceki akşam spor haberlerini sunarken, "Arka bacak sağ adelesinden sakatlanan Hakan Şükür 3 hafta yok" dediği öğrenildi.

Fenerbahçe taraftarının en etkin sitesi antu.com'da ise Esmersoy'un sözleri espri konusu oldu.

Forumdaki yorumlarda "Doğru söylemiş onun 4 bacağı yok muydu?" gibi espriler yer aldı.

5 Temmuz 2007 Perşembe

İletişim Fakülteleri Kamu İletişiminde Şeffaflığı Tartışıyor

Avrupa Birliği desteğiyle Hollanda, Macaristan Romanya ve Türkiye’den 5 üniversitenin iletişim fakülteleri öğrencilerini ve akademisyenlerini buluşturan “Kamu iletişiminde şeffaflık” projesi İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Gerçekleşecek.

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi, 2-14 Temmuz 2007 tarihleri arasında Avrupa Birliği tarafından desteklenen ‘Değerleri olan Avrupa: Kamu İletişiminde Şeffaflık’ konulu yaz okuluna ev sahipliği yapacak. Avrupa Birliği’nin desteğiyle 3 yıldır gerçekleşen ve son olarak da Türkiye’de gerçekleştirilecek 2 hafta sürecek yaz okulu 3 Temmuz 2007 saat 09:00’da İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Konferans Salonu’nda yapılacak törenle başlayacak.

IP Summer Course yurt içinden ve yurt dışından öğrenciler ve akademisyenlerin katılımıyla yaklaşık 75 kişinin aktif olacağı kültürlerarası bir proje.

Üç yıldan beri devam eden proje; Romanya, Hollanda, Macaristan ve Türkiye iletişim akademisyenlerini ve seçilmiş öğrencilerini iki hafta boyunca belirtilen konu çerçevesinde konferans, çalışma atölyesi, proje sunma gibi çalışmalarda bütünleştiren bir bilimsel buluşma niteliğinde.

28 Haziran 2007 Perşembe

Prof. Dr. Suat Gezgin 3’üncü kez dekan


İstanbul (İÜHA)- Prof. Dr. Suat Gezgin, 2000 yılından bu yana yürüttüğü İstanbul Üniversitesi (İÜ) İletişim Fakültesi Dekanlığı görevine YÖK tarafından üçüncü kez atandı. Fransa Tarih Öncesi İnsanlık Tarihi Enstitüsü ve I. Albert Vakfı tarafından, Antropoloji alanında bilim dünyasına önemli katkıları nedeniyle 2003 yılında ödüllendirilen Gezgin’in, Türkiye ve Fransa'da çok sayıda bilimsel çalışması bulunuyor.


YÖK’ün 26 Haziran 2007 tarih ve 15406 sayılı yazısı ile Yükseköğretim Kanunu’nun 16’ıncı maddesi (a) fıkrası uyarınca İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanlığı’na üçüncü kez üç yıllığına atanan İÜ İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Suat Gezgin, 2000 ve 2003 yıllarında da fakültenin dekanlık görevine getirilmişti. Gezgin, 2000 yılında İÜ İletişim Fakültesi Dekanlığı’na ilk kez atanmasından önce de aynı fakültede dekan yardımcılığı görevini yürütmüştü.


Prof. Dr. Suat Gezgin kimdir?

1952 yılında Erzurum'da doğan İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Suat Gezgin, orta ve lise öğrenimini Muğla Turgut Reis Lisesi'nde yaptı. Prof. Dr. Gezgin, lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimlerini Fransa’daki Aix-Marseille Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji-Etnoloji ve Pierre et Marie Curie Paris VI Üniversitesi Antropoloji ve Prehistorya Anabilim Dallarında tamamladı.
Gezgin, 1983-1993 yıllarında Fransa'daki Aix-Marseille Üniversitesi Antropoloji Laboratuarı'nda asistan, baş asistan ve doçentlik kadrolarında görev aldı. Prof. Dr. Suat Gezgin, Paris Müzeler Genel Müdürlüğü'nde Antropoloji Anabilim Dalı Müdür Yardımcılığı görevlerini üstlendi. Fransa'da bulunduğu yıllarda Hürriyet Gazetesi Dış Haberler Temsilciliği görevini yürüttü.
Yaklaşık 20 yıllık Fransa deneyiminden sonra Türkiye'ye dönen Gezgin, halen İÜ İletişim Fakültesi'nde Gazetecilik Bölüm Başkanı ve İÜ Senato Üyesi olarak da görev yaptı. Gezgin’in ayrıca Basın Konseyi, TGC üyeliği ve Basın İlân Kurumu Yönetim Kurulu üyelikleri bulunuyor.
Gazetecilik, radyo-televizyon ve sinema alanlarında düzenlenen çok sayıda yarışmanın da seçici kurulunda görev alan Gezgin’in birçok bilimsel dergi ve kitabın da editörlüğü ve genel yayın yönetmenliğini üstlendi. Gezgin'in, fakültede yayınlanan dergi ve gazetelerin yanı sıra aralarında Cumhuriyet Gazetesi, Radikal Gazetesi, Finansal Forum, Bizim Gazete gibi birçok ulusal ve yerel gazetede yazıları ve incelemeleri yayınlandı.
Prof. Dr. Gezgin'in turizme verilen destek ve kamuoyunun bilinçlendirilmesine sağlanan katkılardan ötürü, Turizm Bakanlığı tarafından verilen Teşekkür Belgesi bulunuyor.
Gezgin, Aralık 2002'de MOTİF Halk Oyunları Eğitim Derneği Gençlik Kulübü'nün düzenlediği VIII. Geleneksel Halkbilim Ödülleri, 'Halkbilim Araştırma Ödülü'ne layık görüldü.
Gezgin’in, ayrıca Fransız Tarih Öncesi İnsanlık Tarihi Enstitüsü ve I. Albert Vakfı tarafından, Antropoloji alanında bilim dünyasına önemli katkılarda bulunduğu gerekçesiyle 2003 yılında verilen ödülü de bulunuyor. Monaco Prensi Albert, Fransız Tarih Öncesi İnsanlık Vakfı'nda düzenlenen törenle, Türkiye'den ilk defa bu ödüle layık görülen Prof. Dr. Gezgin'i bilimsel çalışmalarından dolayı ödüllendirmişti. Fransızca bilen Gezgin evli ve bir çocuk babası.

SEN UYURKEN KÜÇÜKSÜN

Sen uyurken küçüksün,
Kötü düşlerin olamaz senin.
Saçlarının gümüş parıltısı
Ansıtır korkunç uzakları.
Gözlerin kapalı kayıp gidiyorsun
Kollarımın arasından sonra usumdan.
Avuçlarım öyle boş ki ölümcül,
Düşten yana da yoksul.


Moşe DOR

1 Mayıs 2007 Salı

TÜRKİYE GAZETECİLER CEMİYETİ, 1 MAYIS SANSÜRÜNE TEPKİ GÖSTERDİ

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), 1 Mayıs etkinliklerinin televizyonlardan naklen yayınının engellenmesini kınadı.



TGC'NİN AÇIKLAMASI

1 Mayıs etkinliklerinin televizyonlardan naklen yayınının engellenmesini kınayan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, yaptığı yazılı açıklamada, “Televizyon kanallarının naklen yayın araçlarının Kasımpaşa’da bir otoparkta toplanarak görevden alıkonulmaları, tipik bir sansür uygulamasına dönüşmüştür. Geçici bir süreyle sınırlı kalsa da araçların ve meslektaşlarımızın engellenmesi, hem halkın bilgilenme hakkına, hem de ifade özgürlüğüne yönelik bir sansür niteliğine bürünmüştür. İstanbul Valiliğini, Anayasa’ya da aykırı düşen bu uygulamayı gerçekleştiren gayretkeş görevliler için idari soruşturma açmaya çağırıyoruz” dedi.

TGS: DEMOKRASİ KÜLTÜRÜ HENÜZ GELİŞMEDİ
Türkiye Gazeteciler Sendikası tarafından yapılan açıklamada, “İstanbul’da Taksim Meydanı’nda gösteri yapmak isteyenler güvenlik güçlerinin engellemeleriyle karşılaştı. 50’şerli, 100’erli toplanan gruplara, henüz toplanma bölgelerindeyken güvenlik güçlerince biber gazı ve tazyikli suyla müdahale edildi. Gösterilere katılmak isteyenleri taşıyan feribotların iskeleye yanaşmaları engellendi. 1 Mayıs gösterileri için İstanbul’a gelen emekçiler, henüz şehir girişlerinde otobüslerden indirildi ve yürüyerek alanlara gitmek zorunda bırakıldı” denildi.

Açıklamada, “İstanbul’da 1 Mayıs dolayısıyla düzenlenen gösterilere güvenlik güçlerinin müdahale etmesinin halkın sahip olduğu demokratik olgunluk ve demokrasi kültürünün devleti idare edenlerde henüz gelişmediğinin göstergesi olduğu” savunuldu.

ABDİ İPEKÇİ GAZETECİLİK ÖDÜLLERİNİN YENİ SAHİPLERİ BELLİ OLDU

2006 Milliyet Ödülleri kapsamında, Abdi İpekçi Anısına Yılın Gazetecilik Ödülü ile Örsan Öymen Anısına Yılın İnceleme Ödülü’nün sonuçları belli oldu. Ödülü Haber Dalında Fatih Çekirge, Fotoğraf dalında Serdar Özsoy aldı.



Milliyet’in bir suikast sonucu yaşamını yitiren Genel Yayın Yönetmeni ve Başyazarı Abdi İpekçi’nin anısına verilen 2006 Yılın Gazetecilik Ödülü’ne, Oktay Ekşi’nin başkanlığında, Erdal Şafak (yazman), Ara Güler, Doğan Heper, Sibel İpekçi, Sami Kohen, Güngör Mengi, Prof. Dr. Haluk Şahin, Prof. Dr. Melda Cinman Şimşek ve Mehmet Y.Yılmaz’dan oluşan Seçiciler Kurulu, Haber Dalında Hürriyet Gazetesi’nden Fatih Çekirge’yi 26 Şubat 2007’de Hürriyet’te yayınlanan “Ceylan Otelde Ajanlar Savaşı” başlıklı haberiyle ve “tüm dünya basını için atlatma haber olması, devletleri de işe karıştıracak kadar boyut kazanması ve yankılarının uzun zaman sürmesi” gerekçesiyle ödüle değer gördü.

Serdar Özsoy ise, 18 Ekim 2006’da Milliyet’te çıkan ve Başbakan Erdoğan’ın mahsur kaldığı otomobilden kurtarılışını görüntüleyen fotoğrafıyla ödülü kazandı. Özsoy’un fotoğrafının ödül kazanmasına gerekçe olarak Seçiciler Kurulu “tam anlamıyla haber fotoğrafı olmasını, unutulmayacak tarihi bir anı simgelemesini, uluslar arası basın tarafından da değerlendirilmesini” gösterdi.

Genç yaşta yitirdiğimiz Örsan Öymen Anısına konulan 2006 Örsan Öymen Yılın İnceleme Ödülü’nün sahibi ise Bursa, Uludağ Üniversitesi’nden Doç. Dr. Kayıhan Pala oldu. Prof. Dr. Gençay Gürsoy’un başkanlığında, Doç. Dr. Tevfik Bedirhan Üstün(yazman), Prof. Dr. Turgay Atasü, Altan Öymen, Prof. Dr. Yakut Irmak Özden, Prof. Dr. Tunçalp Özgen, Osman Ulagay ve Prof. Dr. Saadet Ülker’den oluşan Seçiciler Kurulu, ödülü, Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı öğretim üyelerinden, Doç. Dr. Kayıhan Pala’ya “Türkiye İçin Nasıl Bir Sağlık Reformu?” başlıklı çalışması nedeniyle verdi. Pala’nın çalışması, “kapsamı, mevcut sistemi irdelemesi, politika geliştirmesi” gerekçesiyle ödüle değer görüldü.

Ödüller 22 Mayısta yapılacak törenle sahiplerine verilecek.

24 milyon 900 bin Fenerli ne olacak?

Dayım bir Galatasaraylı. Futbola sevdalandığım dönemde etrafımdaki çoğu insan Fenerbahçeliyken... Şampiyonluk, Trabzonspor'la Fenerbahçe arasında gelir giderken... O hep sarı - kırmızıydı.
Çocukluğum boyunca hiç anlamadım, şampiyonluk yarışına hiç ortak olamayan bir takıma neden böyle sevdalı olduğunu. Sonra öğrendim bir insan herhangi bir takımı böylesine neden sever? Uzun bir dönem şampiyonluk hiç bakiyeye girmese de taraftar kalabilmek nasıl bir sevgiyle olur. (Bkz. Trabzonsporlular).
14 sene boyunca şampiyon olmadı Galatasaray. Ama hep Galatasaray kaldı. Bunu UEFA Şampiyonluğu döneminde bu takıma bağlanmış olanlara anlatmak kolay değil. Bugün değil on dört, üç sene şampiyon olamasa neler yaşandığını gördük, görüyoruz. Bu yeni taraftarlığın oyunu nasıl çığrından çıkardığını yaşadık, yaşıyoruz.


Ligden çekilmek
"Ligden çekilmeyi düşünüyoruz" diyor Fenerbahçe yöneticisi, "Seneye kupaya genç takımla katılacak ve aynı tarihlerde as takımla özel maçlar oynayacağız". Bunu uzun yıllar TFF'de -ki o zaman da bugünkü kadar kötü yönetiliyordu federasyon - hem de Ulusoy'la kolkola çalışmış bir hukukçu söylüyor, söyleyebiliyor.
Sormak lazım. Nasıl konumlandırıyorsunuz kendinizi? Yönetici unvanını ne zannediyorsunuz? Buna yetkiniz, buna hakkınız var mı sanıyorsunuz?
Şunu herkes bilmeli.
Bunu yapmaya kimsenin gücü yetmez. Adınız, soyadınız, unvanınız, servetiniz ne olursa olsun!
Bunu yapamazsınız. Bu sizin yapabileceğiniz bir şey değil. Buna gücünüz yetmez.
Çünkü Fenerbahçe, Fenerium değildir, Samandıra değildir, Şükrü Saracoğlu değildir, Todori, Kalamış, Alex, Tuncay, Aziz Yıldırım, Ali Koç, Şekip Mosturoğlu değildir.
Size Fenerbahçe'nin ne olduğunu anlatmak benim haddim değil. Lefter'e sorun!
Bunu sizin sık sık altını çizdiğiniz bir sebepten yapamazsınız.
Çünkü Fenerbahçe milyonluk koltukları alanların takımı değildir. Siz söylüyorsunuz 25 milyon taraftar var diye. 100 bin faks gelmiş (Yerseniz ! Kaç faks var kulüpte? Ne kadarda bir kağıt değiştiriyorsunuz? Ya hiç faks kullanmadınız ya da saymayı bilmiyorsunuz)
Peki geri kalan 24 milyon 900 bin Fenerli ne düşünüyor bu konuda? Bunu yapamazsınız!


Onlara sorun
Size Fenerbahçe'nin ne olduğunu anlatmak benim haddim değil.!
Can Bartu'ya sorun!
Bunu yapamazsınız! Buna gücünüz yetmez. Adınız, soyadınız, servetiniz, unvanınız, genel kurulun size verdiği yetki ne olursa olsun! Bırakın bunu yapmayı, bu fikri ağzınıza dahi alamazsınız. Bu kulübü 50 yıl da yönetseniz, tüm tesisleri de yapmış olsanız, hepsine adınız da verilmiş olsa sizler sadece emanetçisiniz. Sahibi değil, abisi değil, babası değil, sadece bekçisisiniz.
Eğer sahibi sanıyorsanız, yıkılsın o zaman o stat, kum olsun, toz olsun. Yıkılsın Samandıra, denize gömülsün Kalamış... Ama hayır siz sadece emanetçisiniz.
Şimdi 100 yıllık bu dev kulüple ve onu gerçekten sevenlerle oynamayı bırakın. İnsanların kırılmış gururları, travmalarla sarsılmış yüreklerine elektrik salmayın.
Eğer gerçekten bir komplo varsa, açık açık, yargıdan şundan bundan korkmadan anlatın. Kim maç satıyor, nasıl satıyor, kim veriyor parayı, kim kimi nasıl etkiliyor? Açık açık...
Fenerbahçe'yi ligden ya da kupadan değil çekmek, bu fikri dillendirmek, düşünmek dahi kimsenin haddine değildir.
Herkes şunu bilmelidir. Bu ülkenin futbolsever insanlarının çoğunluğu yukarıda anlattığım dayım gibi insanlardır. Ve bu yıl kutlanan, kutlanacak olan, 30 futbolcunun ve bir o kadar yöneticinin şampiyonluğu değildir.
Ve kutlanan Fenerium değildir, Samandıra değildir, Şükrü Saracoğlu değildir, Todori, Kalamış değildir. Alex, Tuncay, Aziz Yıldırım, Ali Koç ve Şekip Mosturoğlu'nun şampiyonluğu da değildir.
Kutlanan 100 yıllık şanlı tarih, binlerce yaşayan ya da göçmüş sporcunun emeği, milyonlarca yaşayan ya da göçmüş taraftarın sevgi ve bağlılığıdır.
Çekemezsiniz, bu fikri ağzınıza dahi alamaz, aklınızdan dahi geçiremezsiniz.
Çünkü siz bu kulübün sadece emanetçilerisiniz. Sadece ve sadece o kadar!

mehmet demirkol

30 Nisan 2007 Pazartesi

Radyo TV Yayıncılığı Siyasası

Radyo TV Yayıncılığı Siyasası


Yayıncılık siyasasının tarihsel bir değerlendirmesi,Türkiye'de devlet geleneği, 'Batılılaşma' çabası ve süreci, değişen siyasal ve ideolojik iklim, kapitalizmin sınırtanımazlığı gibi etkenlerin devreye girdiği bir bağlamda anlamlı olabilecektir.


--------------------------------------------------------------------------------

07.04.2001 Beybin KEJANLIOĞLU
--------------------------------------------------------------------------------
BİA - GİRİŞ

'Siyasa'yı (policy) en genel anlamıyla, hükümetlerin, bilinçli ya da değil, yaptıkları ya da yap(a)madıkları şeyler, "bir eylem ve eylemsizlik akışı" (Heclo 1972) olarak kabul edersek; 'yayıncılık siyasası'nın da, ilgili diğer alanlarla (iktisat siyasası- hizmet sektöründe özellikle telekomünikasyon hizmetleri, kültür siyasası, eğitim siyasası, vb.) ilişkisi içinde 'yayıncılık alanı'nda hükümetlerin eylemleriyle, eylemliliğiyle (ve eylemsizliğiyle) ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Yapılanlar ve yapıl(a)mayanlar, hükümetlerin yer aldıkları daha geniş bağlamlara -o zamanda ve mekanda, her düzeydeki iktisadi, teknik, siyasal ve kültürel koşullar ile ilişkilere ve bunların ardyöresine- bağımlı düşünülmelidir. Ayrıca, siyasa oluşturma ya da oluştur(a)mama ve uygulama ya da uygula(ya)mamanın her aşamasında odak noktası, iktidar sorunudur. Belli bir siyasanın niçin ve nasıl oluşturulduğu ve uygulandığı, kimlerin ve nelerin çıkarına ya da pahasına işlediği temel sorulardır.

Bu çerçevede, Türkiye'de yayıncılık siyasasının tarihsel bir değerlendirmesi, Türkiye'de devlet geleneği, 'Batılılaşma' çabası ve süreci, dünyada ve Türkiye'de değişen siyasal ve ideolojik iklim, kapitalizmin sınırtanımazlığı gibi etkenlerin devreye girdiği bir bağlamda anlamlı olabilecektir. Aşağıda, Türkiye'de yayıncılığın örgütlenmesindeki tarihsel dönüm noktaları esas alınarak çeşitli dönemler ayrıştırılmakta; anlatı, bu dönemlerdeki radyo televizyon alanındaki gelişmeler ile yasal düzenlemeleri öne çıkarmakla birlikte; iktisadi, teknik, siyasal ve kültürel koşullara da az çok değinerek kurulmaktadır. Temel sorular ise, sonuç bölümünde tartışılmaktadır.


I. TECİMSEL RADYO -TTTAŞ (1927-1936)

Türkiye için I. Dünya Savaşı'nın bitişi, aslında, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş yılı olan 1923'tür. Bürokratlardan oluşan Cumhuriyet Halk Fırkası, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren 27 yıl boyunca iktidarda kalmış (Tunçay 1985: 1967); yeni bir ulus-devletin oluşumunun gereklerini yukarıdan belirlemeye ve uygulamaya çalışmıştır.

Türkiye'de 1923 ile 1929 arasında iktisat siyasalarındaki temel yaklaşım, devlet desteğiyle bir yerli ve ulusal burjuvazi "yetiştirilmesi"dir. Bunun en yaygın yöntemi de, devlet tekellerinin imtiyazlı özel şahıs ve şirketler tarafından işletilmesidir. Zaten, siyasal ve idari kadrolar, bizzat, şirketlere ortak ya da bunlarda hissedar olmuşlardır. Sermaye çevreleri ile siyasal ve idari kadroların bütünleşmesinin en önemli örneği, 1924'te kurulan, "özel statülü, resmi görünüşlü" Türkiye İş Bankası'dır (Örneğin, İmar Vekilliği'nden istifa eden Celal Bayar bu bankanın genel müdürlüğüne, Siirt mebusu Mahmut Bey de yönetim kurulu başkanlığına getirilmişti). Ayrıca, Türkiye'nin ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk'ün, İzmir İktisat Kongresi'nin açış nutkunda belirttiği gibi, yasalara aykırı olmaması koşuluyla yabancı sermayeye de olumlu yaklaşılmaktaydı (Boratav 1988: 28-31; Keyder 1989: 89).

Bu genel bağlamda, telsiz iletişim altyapısı, PTT'nin ilgili teknik komisyonunun Ankara ve İstanbul'da birer telsiz telgraf istasyonu kurulmasına ilişkin hazırladığı şartname çerçevesinde açılan ihaleyi kazanan Fransız TSF (Telephonie Sans File) tarafından inşa edildi. Telsiz telgraf vericilerinin1925'te yapımına başlandı ve vericiler 1927'de hizmete sokuldu (Kocabaşoğlu 1980: 9-10).

Devletin PTT eliyle Fransız TSF şirketine yaptırdığı istasyonların inşaatı bile başlamadan, radyo yayını yapacak şirket konusunda girişimlerde bulunulmuştur. 6 Ocak 1926'daki Bakanlar Kurulu'ndan kuruluşuna teşebbüs edilen Telsiz Telefon Türk Anonim Şirketi'nin (TTTAŞ) "Nizamname-i Dahilisi"ni onaylayan bir kararname çıkmıştır. Buna göre, TTTAŞ'ın kurucuları, İş Bankası adına genel müdür Mahmut Celal (Bayar), AA adına Siirt milletvekili Mahmut (Soydan) ve Gümüşhane milletvekili Cemal Hüsnü (Taray) ile tüccar Sedat Nuri (İleri)'dir. Merkezi Ankara'da olan şirketin sermayesinin %40'ı İş Bankası'nın, %30'u AA'nın, %30'u Falih Rofkı, Cemal Hüsnü ve Sedat Nuri beylerindir (Kocabaşoğlu 1985: 2738). TTTAŞ'ın yayın yapmasına olanak veren "İşletme Ruhsatnamesi", 9 ay sonra 8 Eylül 1926'da imzalanmıştır. Ankara'daki Anadolu Ajansı (AA) binasında, İçişleri Bakanı Cemil Bey (Uybadın) ile İş Bankası adına Mahmut Celal (Bayar), AA Yönetim Kurulu'ndan Falih Rıfkı (Atay) ve Sedat Nuri (İleri) arasında imzalanan 33 maddelik "Türkiye Cumhuriyeti Havza-i Hükümeti Dahilinde Telsiz Telefon Mürsile ve Ahize İstasyonları İşletme Ruhsatnamesi", hükümetin yayın tekelini, 10 yıllığına TTTAŞ'a devretme sözleşmesidir (Kocabaşoğlu 1980: 12-13; Gülizar 1985: 2732).

Yayın yapma imtiyazını alan TTTAŞ, PTT'den 5-7Kw gücünde iki verici kiralamış ve bunları yayın yapacak hale getirmek için donanım eklemiştir. TTTAŞ, ayrıca, biri Ankara'da, diğeri İstanbul'da olmak üzere iki radyo stüdyosu kurmuştur. Bu stüdyolar, bir-iki odadan oluşan, oldukça sınırlı olanaklara sahip stüdyolardı. TTTAŞ, yan-şirketleri aracılığıyla radyo alıcısı pazarlama ve dergi yayımlama işlerine de girmiştir (Ergun ve Kurttekin 1988: 6).

Deneysel nitelikte birkaç girişimi saymamak kaydıyla, Türkiye'de radyo yayınları 1927 yılının Mart ayında, İstanbul'da başladı. Düzenli yayına ise, İstanbul Radyosu'nda 6 Mayıs 1927 tarihinde geçildi. Ankara'da da kesin tarihi bilinmemekle birlikte aynı yıl içinde radyo yayınına başlandı. İlk yayınlar günde 4-5 saati geçmiyordu.

Başlangıçta yalnızca bir eğlence aracı, daha sonra ise etkili bir eğitim aracı olarak değerlendirilen radyo, ilk on yıl içinde ne teknik ve örgütlenme yönünden gelişebildi, ne de yönetim ve program personeli oluşturabildi. Bu yüzden de, eğlence ve eğitim aracı değerlendirmesi, uygulamada karşılığını pek bulamadı. Öncelikle, radyo vericileri güçsüz, radyo alıcıları da az sayıda ve pahalı olduğu için kitlesel bir yaygınlık kazanamadı: 1936 yılında ülkede yalnızca 10.000 kadar alıcı vardı. Programlar açısından da, söz yayınları "konferans" niteliğindeydi. Müzik ise, "alaturka-alafranga" sorunu gibi ele alınıyordu. Öyle ki, 1934-36 arasında radyodan Türk müziği icrası yasaklandı (Kocabaşoğlu 1985: 2733).

II. DEVLET TEKELİ

A. Geçiş Dönemi -PTT (1937-1940)

1930'lu yıllarda, Türkiye'de iktisat siyasası korumacı ve devletçi bir çizgiye çekilmişti; siyasaların sonuçları bakımından, bu yıllar ilk sanayileşme dönemi olarak anılmaktadır. 1930'a gelindiğinde, devlet desteğiyle yeni zenginler yaratmakta başarılı olunmuşsa da, bu, "devletin yarattığı imkanlara el koyan aracı faaliyetlerin ve özellikle ithalata dönük ticari kapitalizmin gelişmesinden öte bir anlam ifade etmemekte idi" (Boratav 1988: 47). Bunun anlamı, kapitalist gelişmenin gereği olan sanayileşmenin gerçekleşmemesiydi. Sanayileşmede başarısızlığın yanı sıra, 1929 "para bunalımı", 1930'da Serbest Fırka deneyiminin halktan büyük destek görmesi ve kapitalist dünyada yaşanan "büyük bunalım", korumacı tedbirlere ve 1932'den sonra da kapitalist bir gelişme modelinin bir parçası olarak devletçiliğe yönelmeyi getirmiştir (Boratav 1988: 45-50).

1930'larda devlet, radyoyla da daha fazla ilgilenmeye başlamıştır. CHP'nin 1931'deki büyük kongresi sonrasında "devlet, resmi ideolojiyi halka yaymak ve benimsetmek görevini verdiği Halkevlerini radyo alıcılarıyla donatmayı amaçla[mıştır]" (Kocabaşoğlu 1980: 113-114). Ayrıca, 1933 yılında güçlü bir verici istasyonu ile modern bir radyoevinin kurulması çalışmalarına başlanması, radyonun "devletleştirilmesi" yönünde bir adımdır. Bir başka adım, 1934 yılında Matbuat Umum Müdürlüğü Teşkilatına ve Vazifelerine Dair Kanun'un yürürlüğe girmesidir. Bu yasa, İçişleri Bakanlığı'na bağlı olarak kurulması öngörülen Matbuat Umum Müdürlüğü'nü, radyo yayınlarını denetlemek ve hatta düzenlemekle görevlendirmekteydi (Kocabaşoğlu 1980: 114-115). Son olarak, her ne kadar bu dönemde radyo bir kültür kurumu olarak ayrıntılı biçimde ele alınmasa ve etkin bir biçimde kullanılmasa da, CHP'nin 1935'teki Dördüncü Büyük Kurultayı'nda onaylanan programda, "Parti, radyoyu milletin kültür ve politika terbiyesi için en değerli vasıtalardan sayar," denmektedir (Kocabaşoğlu 1980: 116).

Radyo yayıncılığında özel girişimin başarılı olamaması ve devletin iktisadi ve toplumsal hayata giderek artan müdahalesi gibi etkenlerin yanı sıra, Avrupa'da yayıncılık alanına devletin el atması ve faşist İtalya ve Almanya ile Sovyetler Birliği'nde siyasal iktidarların radyoyu etkin bir propaganda aracı olarak kullanmaları, Türkiye'de radyonun devlet tekeline alınmasının yolunu açmıştır (Kocabaşoğlu 1985: 2733). Zaten,1934 yılında yürürlüğe giren Matbuat Umum Müdürlüğü'ne ilişkin yasa da, radyodan, yurt dışına propaganda yapma aracı olarak yararlanmayı da öngörmüştür.

1936 yılında 10 yıllık yayın yapma süresi dolan TTTAŞ, her yıl zarar etmesine karşın, yayın yapma hakkının yenilenmesi talebinde bulunmuş ve bu talep reddedilmiştir (Gülizar 1985: 2739). 18 Ağustos 1936 tarihli kararnameyle de, radyo devletleştirilmiştir. Radyo, 1940 yılına dek PTT yönetiminde kalmıştır. Bu dört yıllık dönem, PTT içinde radyo için yeni bir birim oluşturulmaması nedeniyle "geçiş dönemi"; iki gelişme yüzünden de "hazırlık dönemi" olarak anılmaktadır (Kocabaşoğlu 1980: 132). Bu iki gelişmeden birincisi, 1937 yılında yürürlüğe giren "Telsiz Kanunu"dur. Bu yasayla, her türlü telsiz haberleşmesi devlet tekeline alınmıştır. İkinci gelişme ise, 1933 yılında Marconi Wireless Telegraph Company Limited'e yapılan başvuru ve bu şirketten gelen teklifle başlayan güçlü bir verici ve radyoevi kurma girişiminin sonuçlanmasıdır. 120Kw gücünde uzun dalga Ankara Radyosu 28 Ekim 1938'de hizmete girmiştir.

Bu dönemde genel program kalıbı oluşturulmasında, önceleri İçişleri ve Milli Eğitim Bakanlıkları söz sahibiydi; 1939'da ise, savaş yıllarının etkisiyle devlet radyosunu daha etkin kullanmak üzere Başbakanlığa bağlı dört komisyon oluşturuldu. Radyo yayınları Türkiye'nin yalnızca bazı bölgelerine ulaşırken, 1939'da 20Kw gücünde bir kısa dalga vericisiyle Balkanlara ve Orta Doğu'ya yönelik düzenli program yayınına geçildi.

B. Devlet Radyosu ve "Partizan Radyo" -BYTGM (1940-1964)

Radyo, 1940 yılında Başbakanlığa bağlı Matbuat Umum Müdürlüğü bünyesi içine alınmıştır. (Matbuat Umum Müdürlüğü, 1943'te Basın Yayın Umum Müdürlüğü'ne, 1949'da Basın Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü'ne -BYTGM- dönüşecektir.) II. Dünya Savaşı boyunca, radyo örgütsel ve yönetsel gelişmeler göstermiş; radyoya devlet bütçesinden büyük fonlar ayrılmış; farklı dinleyici gruplarına yönelik -kadınlar, çocuklar, gençler- çeşitli programlar yapılıp yayınlanmaya başlamıştır. Dahası, savaş, haberlere ilgiyi artırmış, radyo alıcı sayısında önemli artışlar gözlenmiştir. 1940 yılında 80.000 kadar radyo alıcısı varken, bu sayı 1946'da 180.000'e yükselmiştir. Bütün bu gelişmelere karşın, radyo bürokratik mekanizmanın bir parçası olarak işlemiştir; hatta siyasal iktidar tarafından "hükümetin/devletin ağzı, milletin kulağı" olarak nitelenmiştir

(Kocabaşoğlu 1985: 2735).

II. Dünya Savaşı yılları iktisadi açıdan bir kesintiyi simgelese de, savaş sonrası dönemdeki eskisinden oldukça farklı gelişmeler için bir "kuluçka dönemi" olarak da anılmaktadır (Boratav 1988: 64-65). Savaş boyunca burjuvazinin güçlenmesi ve Batı iktisadi sistemiyle yeni bütünleşme çabalarının; savaş sonrasında tüm dünyada Amerikan baskısı hatta baskını ve Türkiye'de çok partili siyasal hayata geçişin, yayıncılık alanında önemli etkileri olmuştur (Keyder 1989: 92-96; Boratav 1988: 73; Tunçay 1985: 1976). 1946 ile 1960 yılları arasında radyo, siyasal çekişmenin başlıca odak noktalarından biri haline gelmiştir.

Türkiye'de 1946'da yapılan ilk genel seçimle Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) dört yıl daha iktidarda kalmıştır. Türkiye için bu yılların önemi, ABD ile yakın ilişkiler kurulmasında yatmaktadır: Türkiye, Marshall Yardım Planı'na dahil edilmiştir. Radyo personeli, halkı bu plan hakkında aydınlatmakla görevlendirilmiştir; sırf bu planla ilgili bir program bile yayınlanmıştır (Ergun ve Kurttekin 1988: 19). Ayrıca, 1949 yılında, 150Kw gücünde orta dalga verici ile İstanbul Harbiye'deki Radyoevi hizmete girmiştir.

1949 yılında, genel seçimler için muhalefet partilerinin radyoyu kullanabilmelerine ilişkin bir yasal değişikliğe gidilmiştir. Bu olanak, 1950'deki Seçim Kanunu'yla genişletilmiştir (Taşer 1969: 84-85).

Türkiye'nin gelişmesine ilişkin Amerikan reçeteleri, burjuvazinin bürokratik denetime karşı tutumu, kültürel ve dinsel baskıya karşı tepkiler ve küçük esnaf ile köylülerin düşleri, dönemin başlıca muhalefet partisi Demokrat Parti'ye (DP) destek vermekte birleşmiştir. Böylece, 1950 genel seçimleri DP'nin ezici üstünlüğüyle sonuçlanmıştır. DP hükümetinin ilk icraatı, NATO'ya üye olma çabasıyla, Kore Savaşı'na askeri birlikler göndermesi olmuştur.

1950 yılında Ankara'da 150Kw gücünde kısa dalga bir verici kurulmuş ve bu vericinin ilk yayınları Kore'ye ve ABD'ye yönelik olmuştur. 1951 yılında 1.5Kw gücünde İzmir Radyosu da, Amerikan Haberler Merkezi'nin teknik yardımı sonucu, ulusal radyo şebekesine katılmıştır. Ankara'daki Amerikan Haberler Merkezi, 1954 yılından itibaren devlet radyosuna program arzına da başlamıştır (Kocabaşoğlu 1985: 2734-2735).

DP başlıca iki konuda popülist bir söylem geliştirmiştir: biri, iktisadi özgürlük ve piyasanın önemi; diğeri ise, CHP'nin katı laikçiliği karşısında İslami unsurların öne çıkarılması (Keyder 1989: 97). DP hükümetinin öne çıkardığı bu iki konu, radyo yayıncılığında da doğrudan yankı bulmuştur. 1951 yılında radyoda reklam yayını başlamıştır. Bu yayınlar, bir dakikalık spot reklam ve 5-15 dakikalık sponsorlu programlar şeklinde olmuştur (İnceoğlu 1985). Yine bu dönemde dini programlar yayınlanmaya başlamış; Kur'an ve mevlit yayınları yapılmıştır (Kocabaşoğlu 1985: 2735).

1950'lerde Türkiye'de yayıncılıktaki en önemli olgu, özellikle muhalefet partilerinin seçimler için bile radyoyu kullanmasının yasaklandığı 1954 yılından sonra artan ve 1957'den itibaren şiddetlenerek süren, radyonun "partizan" kullanımıdır. DP lideri ve dönemin başbakanı Adnan Menderes, daha 1952'de yaptığı bir Meclis konuşmasında DP'nin bu yönelimini açıkça beyan etmiştir (Aksoy 1960: 58-59). Bu çerçevede, Türkiye yayıncılık tarihinde 1950'ler "partizan radyo" dönemi olarak anılmaktadır.

Özellikle, 1957'de Basın Enformasyon ve Turizm Bakanlığı'nın kurulup, radyo yayınları Bakanlık bünyesine alındıktan sonra, DP'nin radyoyu propaganda aracı olarak kullanması daha da şiddetlenmiştir. Önce haber bültenlerinde, sonra "Vatan Cephesi"ne katılanların listelerinin okunduğu ayrı bir programda bu propaganda inanılmaz boyutlara ulaşmıştır. DP'nin radyoyu böyle keyfi bir şekilde kullanmasıyla ilgili sayısız anekdot mevcuttur (Gülizar 1985: 2742). DP'nin keskinleşen ve gülünçleşen propagandası, Türkiye'nin 1950'lerin sonundaki koşullarıyla ilişkilidir: Enflasyonist siyasalar, köyden kente göç, Amerika'nın planlı ekonomi talepleri, hem bürokratların hem de endüstriyel burjuvazinin popülizme tepkileri, vb. (Keyder 1989: 110 ve 121). 27 Mayıs 1960'daki askeri

müdahale bu koşullar altında gerçekleşmiştir.

1960'a gelindiğinde, ülkede bir milyondan fazla ruhsatlı radyo alıcısı ve üç büyük ilde üç radyo istasyonu mevcuttu. Günlük yayın süresi de 12-13 saati buluyordu. Ama program üretiminin niteliğinde bir değişim olmadığı ve siyasal iktidarın doğrudan müdahalesi söz konusu olduğu için, yayınların niteliği de düşmüştü.

Askeri yönetim döneminde çıkarılan 1961 Anayasası gereğince hazırlanıp kabul edilen ve yürürlüğe giren 359 sayılı Türkiye Radyo Televizyon Kurumu Kanunu çerçevesinde TRT'nin kurulması, ancak 1964 yılında gerçekleşebildi. Bu ara dönemde radyo, BYTGM bünyesinde kaldı. İl radyoları, bu yıllarda hizmete girdi. Özellikle ülke sınırlarındaki illerde kurulan 8 il radyosu, Türkleri yabancı radyoların zararlı yayınlarından korumak amaçlıydı. (Kocabaşoğlu 1985: 2735).

III. TRT'Lİ YILLAR

A. Özerk Dönem ve Televizyon Yayınlarının Başlaması (1964-1972)

1961 Anayasası, hazırlanışı itibariyle ve askeri bürokrasiye yüklediği görevler açısından olmasa da, getirdiği hak ve özgürlükler bakımından Türkiye'nin en demokratik anayasası olarak kabul edilmektedir (Parla 1989). Bu Anayasanın bizim konumuz için önemi, radyo ve televizyonun örgütlenmesine ilişkin 121. maddesinden kaynaklanmaktadır. Bu madde uyarınca, radyo (ve sonra televizyon), artık tarafsız ve özerk bir kamu kuruluşu statüsünde yönetilicekti. Nitekim, yürürlüğe giren 359 sayılı yasayla, 1 Mayıs 1964'te Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu (TRT) kuruldu.

359 sayılı yasa, TRT'nin yönetimi açısından Yönetim Kurulu'na öncelik veriyordu. Genel Müdürle birlikte 9 üyeden oluşan Kurul üyelerinin ikisi Bakanlar Kurulu'nca atanıyor, dördü üniversiteler, konservatuarlar, tiyatro ve operacılarca seçiliyor, ikisi Kurul tarafından TRT personeli içinden seçiliyordu. Genel Müdür de, Yönetim Kurulu'nun Turizm ve Tanıtma Bakanlığı'na önerdiği adayın Bakanlar Kurulu'nda görüşülmesiyle atanıyordu. Böylece, yayın kurumunun siyasal iktidardan bağımsız bir yönetime sahip olması amaçlanıyordu (Topuz, vd. 1990: 91-92).

1 Mayıs 1964 itibariyle, TRT 13 radyo vericisi devralmıştı; içlerinde sadece Ankara ve İstanbul radyoları yeterli stüdyo olanaklarına sahipti. Bu istasyonlardan yapılan yayınlar, ülke yüzölçümünün sadece %37'sine, nüfusun da %42.6'sına erişebiliyordu. Toplam verici gücü, 527Kw idi. Verici gücü açısından yetersizlik, alıcı sayısı yönünden de geçerliydi. 1964 yılında, ruhsatlı radyo alıcısı sayısı 2 milyonun biraz üstündeydi Kocabaşoğlu 1985: 2736; Öngören 1985: 2748).

TRT'nin kurulup çalışmaya başlamasından itibaren, teknik, idari ve program personeli niceliksel olarak büyük bir artış göstermiş; kurumun mali gücü artmış; teknik donanım ve program yapımı açısından önemli gelişmeler kaydedilmiş; yayın saatleri çoğalmıştır. 1964'te bir düzineyi geçmeyen yayın personeli, bir yıl içinde 259'a ulaşmış; toplam personel sayısı, 1975'te 1.500'ün üzerine çıkmıştır. Toplam verici gücü, 10 yıl içinde 4.500Kw'ı geçmiştir. Toplam günlük yayın süresi, 5 yıl içinde 128 saatten 226 saate yükselmiştir. Ruhsatlı alıcı sayısı da, 1973'te 4 milyonun üstüne çıkmıştır (Kocabaşoğlu 1985: 2736; Öngören 1985: 2748).

Kısacası, TRT'nin devreye girmesiyle, Türkiye'de yayıncılık alanındaki gelişmeler hızlanmıştır. Gelgelelim, TRT'nin örgüt içi düzenlemelerinin yetersizliği; personel şişkinliği; teknik, idari ve program personeli arasında eşgüdüm eksikliği; hiyerarşik yapılanma gibi etkenler yayıncılığın gelişimini olumsuz yönde etkilemiştir (Öngören 1985: 2748-2750). Ayrıca, hiyerarşik yapılanmanın getirdiği merkeziyetçiliğin bir yansıması olarak "paket program" uygulaması, programcılık eğitimi görmemiş elemanların bölge radyolarına yapımcı olarak atanması, ilkel yapım koşulları gibi etkenler, il ve bölge radyolarının gelişmesini engellemiştir (Tuğrul 1975). Radyolarla ilgili bir başka nokta da, yayın tekeli TRT'ye ait olmasına karşın, TRT dışı radyoların varlığıdır. 1971 yılı başında sayıları 70'i geçen okul, polis ve meteoroloji radyolarının yanı sıra, ABD ile imzalanan Askeri Kolaylıklar anlaşması uyarınca çeşitli Amerikan radyoları da mevcuttu (Kocabaşoğlu 1985: 2736-2737).

Bu dönemdeki en önemli olay, televizyon yayınlarının başlamasıdır. Gerçi, ilk televizyon yayını, 9 Temmuz 1952 tarihinde İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) tarafından yapılıp 20 yıl boyunca İstanbullulara az çok TV izlettirilmişti ama Türkiye çapında örgütlenecek olan TRT bünyesinde ilk TV yayını 1968'de yapıldı. İlginç olan nokta, 1962'den itibaren planlı ekonomiye geçen Türkiye'nin (Boratav 1988: 94), Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı'nda TV kurulmasının

öngörülmemesine, yani, dönemin hükümetlerinin bu konuyla ilgili bir siyasa geliştirmemelerine ve Devlet Planlama Teşkilatı'nın (DPT) TV'nin pahalı bir yatırım olduğu ve radyonun geliştirilmesine öncelik verilmesi yönündeki görüşüne karşın, TV yayınının gerçekleşmesidir. Aslında, ilginçlik, 1962'de Basın-Yayın Genel Müdürlüğü'ne "radyolardan ve TV hazırlık çalışmalarından genel müdür seviyesinde sorumlu [bir] müşavir" atanmasında ama Kalkınma Planı'nda TV kurulmasıyla ilgili bir madde bulunmamasında yatıyordu. Planlı bir şekilde yürütülmediği için de, TV yayınları bir dış yardım sonucu birçok eksik ve gedikle başladı (Öngören 1982: 279-280).

Basın-Yayın Genel Müdürlüğü müşavirinin gayretleriyle, 1963'te Dışişleri Bakanlığı ile Federal Almanya arasında yapılan bir anlaşma sonucu, Türkiye'de bir TV Eğitim Merkezi'nin kurulması, bir radyo istasyonu donanımının Türkiye'ye verilmesi ve Türkiye'den Batı Almanya'ya gönderilecek elemanların radyo ve TV yapımcısı ve teknisyeni olarak yetiştirilmeleri karara bağlanmıştı. TRT, bu çerçevede 1965 yılından itibaren TV konusuna el attı ve 1966'da TV Eğitim Merkezi'nin kapalı devre aygıtları Ankara'da kiralanan bodrum katlarına yerleştirildi. Sadece eğitim işlevine yarayacak teknik donanıma eklemelerle bir stüdyo hazırlanırken, yine Almanların hibe ettiği bir TV vericisi sayesinde yayına geçme umudu doğdu. Teknisyenler ve programcılar, Alman ve İngiliz uzmanlar tarafından yetiştiriliyorlardı. Sonunda, 31 Ocak 1968'de, Ankara'da ilk TV deneme yayınlarına başlandı (Öngören 1982: 280-282). TV'nin ilk yıllarında Almanya, donanımın yanı sıra, program arzında da bulunuyordu (Cankaya 1990: 18-24).

1964-1971 döneminde, TRT, yasal olarak tanınan özerkliğine karşın, uygulamada siyasal iktidarın çeşitli biçimlerdeki baskılarına maruz kalmıştır. Bunlar arasında, TRT'nin diğer kurumlarla doğrudan yazışma yapamaması, hesap işlemlerinin yasadışı yollarla incelenmesi, Maliye Bakanlığı'nın radyo ruhsat gelirlerine el koymaya yeltenmesi, devlet bütçesinden ödeneklerin verilmemesi ya da geç verilmesi, kadro atamalarının geciktirilmesi sayılabilir (Topuz vd., 1990: 95-98).

1960'ların sonlarında, Uluslararası Para Fonu'nun Türkiye'nin dış ticaret siyasası üzerindeki baskıları, artan öğrenci protestoları, hükümet krizi gibi etkenler sonucu 1971 Muhtırası geldi. Bu kez, Meclis dağıtılmadı; "parti üstü hükümetler dönemi" (1971-1973) başladı (Tunçay 1985: 1986).

B. "Tarafsız" TRT (1972-1980)

1971 muhtırasından kısa bir süre sonra TRT genel müdürü görevinden ayrıldı ve yerine TRT Kuruluş ve Görev Yönetmeliği'ne aykırı olarak bir vekil atadı. Bunun nedeni, TRT Yönetim Kurulu'nda hükümetin istediği genel müdür adayı için salt çoğunluğu sağlayabilmekti. Hükümetin TRT'ye müdahalesi, daha sonra yasal zemine de taşındı.

Önce, 20 Eylül 1971'de Anayasa'nın 121. maddesi değiştirilerek, TRT'nin özerkliğine son verildi. TRT artık "tarafsız" bir kamu tüzelkişiliğiydi. Daha sonra 29 Şubat 1972'de 1568 sayılı yasa ile TRT yasasında değişikliklere gidildi ve değişiklik 8 Mart'ta yürürlüğe girdi. Yasaya bol bol "milli" sıfatı eklenmişti: milli kültür, milli eğitim, milli güvenlik, milli gelenekler gibi. Yönetim Kurulu üye sayısı 11'e çıkarılırken, Kurul'un bileşiminde, üye seçiminde ve yetkilerinde de önemli değişikliklere gidilmişti. Örneğin, hükümetin atadığı üye sayısı 2'den 3'e çıkarılmış; 2 TRT personeli yerine bir basın temsilcisi getirilmiş; tecimsel çevrelerin 2 temsilcisine yer verilmişti. Yönetim Kurulu üyelerinin 3'ünü doğrudan Bakanlar Kurulu atarken, kalanını adaylar arasından son aşamada TRT Seçim Kurulu saptıyordu. TRT Seçim Kurulu da, Cumhurbaşkanı'nın seçtiği 4 rektör ile Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri'nden oluşuyordu. TRT Yönetim Kurulu'nun yetkileri kısılmış ve ağırlık Genel Müdür'e verilmişti. Doğrudan Bakanlar Kurulu'nun uygun gördüğü bir aday Genel Müdür olarak atanıyordu.

Kısacası, artık TRT üzerinde hükümetin doğrudan kontrolü söz konusuydu. Artık siyasal iktidar el değiştirdikçe genel müdürler değişecek, genel müdürler değiştikçe kadrolarla oynanacak, TRT sürekli olarak yayınlarında muhalefet partilerine yer vermemekle suçlanacak, yayın yasakları da değişikliklere uğrayarak sürecekti.

1971 yılında İTÜ ile TRT arasındaki işbirliği sonucu bir protokol imzalanmış ve 30 Ağustos günü İstanbul'da TRT'nin TV yayını başlamıştır. Aynı yılın Eylül ayında da İzmir televizyonu devreye girmiştir. Eskişehir'e ve Balıkesir'e de izleyen bir yıl içinde TV yayınları ulaştırılabilmiştir (Yengin 1994: 70-71). 1970'lerin ortasında radyo yayınlarında, TRT I, TRT II, TRT III yayın ayrımı gerçekleştirilmiş, TRT I 24 saatlik kesintisiz yayına geçmiştir (Aziz 1981: 118). 1980'e gelindiğinde, ruhsatlı radyo alıcı sayısı 4.5 milyona ulaşmış ve neredeyse bütün ülke çapında en az iki kanal dinlenebilir hale gelmiştir. Televizyon yayınları ise, 1970'lerin ortasında, ülke yüzölçümünün %28'ine, nüfusun ise %55'ine ulaşmıştır. 1980'de, ülke nüfusunun %74'ü TV yayınlarını izleyebilmiştir (Cankaya 1990: 57; Yengin 1994: 71).

1972'de TRT yasasındaki değişikliklerden sadece bir hafta önce, ani bir kararla televizyonda da reklam yayınları başlamıştır.

1980 yılında, artık TRT, yüksek oranda reklam geliri elde etmekteydi: radyo-TV ruhsat gelirleri 1.4 milyar TL iken, reklam gelirleri 2.2 milyardı (Kocabaşoğlu 1985: 2737).

1970'ler, Kıbrıs sorunu, koalisyon hükümetleri ve siyasal istikrarsızlık, artan şiddet olayları ve 1977'den itibaren de iktisadi kriz yılları oldu. 1980 yılı, Türkiye için çok önemli bir yıl olarak tarihe geçti. Önce 24 Ocak kararları, ardından da 12 Eylül askeri müdahalesi geldi. Artık siyasal baskı altında "alternatifi yok" olan iktisadi liberalizm yeşerebilirdi.

C. "Tarafsız" TRT; TRT'nin 'Yenilikleri' ve RTYK (1983-1994)

Türkiye'de Eylül 1980 ile Kasım 1983 arasındaki dönem, baskıcı bir askeri yönetim dönemi olarak, radyo ve televizyon alanında da, TRT'nin doğrudan askeri rejimin kumandası altına girmesiyle nitelenmektedir. Bu dönemde konumuzla ilgili iki önemli yasal düzenleme söz konusu olmuştur. İlki, 1982 Anayasası'nın 133. maddesidir. Bu maddede, 1972'deki gibi, radyo ve televizyon istasyonlarının ancak devlet eliyle kurulabileceği ve idarelerinin de bir kamu tüzel kişiliği halinde düzenleneceği; esas olarak da, tarafsızlık ilkesinin gözetileceği belirtilmektedir. İkinci yasal belge, bu maddeye dayanılarak İhtisas Komisyonu'nca hazırlanıp 11 Kasım 1983'te Milli Güvenlik Konseyi'nde kabul edilen, Danışma Meclisi'ne bile gönderilmeyen ve 1 Ocak 1984'te yürürlüğe giren 2954 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu'dur.

2954 sayılı kanunun en önemli özelliklerinden biri, TRT kanunu olmasından ziyade yayın tekeli TRT'de olmasına karşın Türkiye'deki bütün radyo ve televizyon yayınlarına ilişkin bir kanun olarak düşünülmesidir. Bunun en iyi göstergesi de, Radyo Televizyon Yüksek Kurulu'nun (RTYK) kurulmasıdır.

RTYK, bütün yayınların gözetimi ve denetimi ile genel ilkeleri saptamakla yükümlüydü. 12 üyeden oluşan bu Kurul'un 4 üyesi, biri Milli Güvenlik Kurulu'nun seçeceği aday, diğer 3'ü ise doğrudan olmak üzere Bakanlar Kurulu'nca atanmaktaydı. 8 üyeyi ise, Cumhurbaşkanı, 3'ünü doğrudan, 2'sini YÖK'ün göstereceği 4 aday arasından, 3'ünü de Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu'nun (AKDTYK) göstereceği 6 aday arasından atamaktaydı. Kurul'un Başkanı da 12 üye arasından Cumhurbaşkanınca seçilmekteydi.

TRT Genel Müdürü ile TRT Yönetim Kurulu üyeliği için aday göstermek de RTYK'ye aitti. Gösterilen adaylar arasından seçim yapmak Bakanlar Kurulu'na düşüyordu. Kısacası, 1964'te etkili olan TRT Yönetim Kurulu ve 1972'de etkili olan TRT Genel Müdürü yerlerini RTYK'ye bırakmış gibi görünmektedirler. Ancak 60'larda örtük olarak, 70'lerde ise açıkça süren, yayınlar üzerindeki hükümet baskı ve denetimi 80'lerde de değişmemişti. Hatta, 2954 sayılı kanunda yer alan "hükümet uygulamalarının tanıtılması"na ilişkin 19. maddenin uygulanma biçimi, yayınların iktidar partisinin propagandasına dönüştüğü tartışmasını daha da alevlendirdi. 1983-1990 yılları TRT'yle ilgili olarak hükümet yanlısı yayınların,

kadrolaşmanın, genel müdürlerin, yayın yasaklarının tartışıldığı yıllar oldu. Bu yıllarda, TRT birçok yenilikle de karşımıza çıktı. Çok değil, bundan sadece 15 yıl önce, Türkiye'de TRT'ye ait 3 radyo kanalı ile 1 siyah-beyaz televizyon kanalı vardı. Renkli televizyon yayınının başlama tarihi 1 Temmuz 1984'tür. Bir Türkçe müzik kanalı olarak TRT FM bu dönemde radyo yayınına başladı. İkinci televizyon kanalı 6 Ekim 1986'da devreye girdi. TV 3 ve GAP TV ise, 1 ve 2 Ekim 1989'da yayına geçtiler. Dördüncü TV kanalı, TRT-INT ve Telegün (teletekst) yayınları ise, 1990 yılı içinde başladı (Çaplı ve Dündar 1995: 1376; Yengin 1994: 73-78). 1990'larda ise, Avrasya (1992) ve TBMM TV (1994) devreye sokuldu. Aslında, 80'li yıllarda TRT'nin başka yenilikleri de vardı ki, onlar geleceğin özel yayın kurumları için elverişli ortamı sağlamaya başlamışlardı. Onlar, özel yapım şirketleriydi. TRT 1985 yılından başlayarak TRT dışında yapılan yapımlara yayınlarında yer vermeye başladı (Alemdar ve Kaya 1993). Zaten reklam yayınlarına bol bol yer veren TRT için bu, yeni bir tür içeriden tecimselleşmeydi. Ayrıca, 1990 itibariyle sponsorlu programlara ayrılan saatlerde artış vardı (Cumhuriyet. 2.1.1990).

1988'den sonra TRT'yi ve RTYK'yi uğraştıracak yeni gelişmeler meydana gelmeye başladı. Bunlardan biri, 1988'in Aralık ayında PTT'nin Ankara'da kablolu TV deneme yayınlarına başlamasıydı. Ortalığı bunun yayın mı, iletim mi olduğu tartışması sardı. Daha sonra 1989'da TRT vericilerinin personeliyle birlikte PTT'ye devredilmesi meselesi gündeme geldi. Ardından, belediyelerin uydu yayınlarını aktarma sorunu ve Star-1'in yayına başlaması söz konusu oldu. Kısacası, yasal olarak TRT'ye ait olan yayın tekeli, fiili duruma kurban gitmişti; ama bu ortamı oluşturan da bizzat hükümetti. Zaten 1980'lerin sonunda neredeyse herkes özel radyo-televizyon ile demokrasi ilişkisi hakkında konuşur hale gelmişti. Özellikle basın bu alana girme hazırlıkları içindeydi. Teknolojik gelişmeler sayesinde bütünleşen bilişim, telekomünikasyon ve yayıncılık altyapısı ile dünyadaki baskıcı siyaset uygulamaları ve neo-liberal iktisat siyasaları bir dönüşümü zorluyordu. TRT'nin içten tecimselleşmesi ve telekomünikasyon siyasası bağlamında PTT'ye tanınan etkin rol, zaten gidilen yolun ucunu gösteriyordu. Başka bir deyişle, tecimsel bir kuruluşun uydu aracılığıyla Türkiye'ye yönelik yayına başlaması, PTT'nin olanaklarının da bu uğurda seferber edilmesi, bir anda olmadı; en az iki-üç yıldır bunun ortamı hazırlanıyordu.


IV. TRT VE TECİMSEL RADYO TELEVİZYON KURULUŞLARI

A. Yasaya Aykırı Dönem (1990-1993)

1990 yılı başında Cumhurbaşkanı T. Özal, ABD gezisinde yaptığı bir açıklamada, yurtdışından Türkçe yayın yapılmasını engelleyen bir kural olmadığını, bir kanal kiralayanın Türkiye'ye yayın yapabileceğini belirterek, tecimsel kuruluşların önünü açtı. Aynı dönemde, Rumeli Holding'in sahibi Uzan ailesinin, İsviçre'de kurdukları Magic Box (MBI) şirketi aracılığıyla Almanya'dan Türkiye'ye yayın yapmak üzere Eutelsat uydusundan 2 kanal kiraladığı ortaya çıktı. Böylece, "Türkiye'nin ilk özel televizyonu" Star-1, 1 Mart 1990 tarihinde deneme yayınlarına başladı. 1990 yılının sonunda Cumhurbaşkanının oğlu A. Özal'ın da MBI'ya ortak olduğu sonradan anlaşıldı (1 yıl sonra, bu ortaklık kavgalı bir şekilde bozulacaktı).

Star-1, TRT personelinden yüksek ücretlerle transferler yaptı; ilgi çeken futbol maçlarının çoğunun yayın hakkını satın alarak TRT'yle adeta bir meydan savaşı başlattı; reklam pastasından almaya başladığı payla TRT'nin reklam gelirlerinde düşüşe neden oldu; yayınlarının izlenebilmesi ve yaygınlaşması için çanak anten firmalarıyla kampanya başlattı; PTT'den maç naklen yayınları için link hatları kiraladı (1 yıl içinde de, PTT'nin desteği olmadan kendi vericilerini kullanabilecekti); TRT'nin alışılan yayıncılık anlayışının oldukça dışında renkli ve cesur bir anlayışla yayınlarını çekici kıldı. Artık, fiilen TRT yayın tekeli yıkılmıştı; hatta, birçok belediye de kendi bölgesinde Star-1 dahil, uydu yayınlarını izletiyordu.

Gelgelelim, hem TRT'nin, hem de Star-1'in hükümetin lehindeki yayınları, 1991 seçimleri öncesinde muhalefet partilerini rahatsız etmeye başladı. SHP, seçim kampanyası boyunca Mega-10 isimli bir kanalı kullandı. Daha sonra, mali sorunlar nedeniyle bu kanal yayınını sürdürmedi.

1992 yılından itibaren ard arda tecimsel radyo ve televizyon kanalları açılmaya başladı. Radyo yayını için gereken donanımın televizyon için gerekenle karşılaştırılamayacak kadar ucuz olması nedeniyle, çok kısa bir sürede yüzlerce özel radyo kanalı açıldı. Özel televizyonlarda, 1992 yılında bir süre, reklam pastasının bölüşümünün getirdiği gelir kaybı, yarışma programları ve 900'lü telefon hatlarının kullanılmasıyla giderilmeye çalışıldı. Daha sonra, gelen kabarık telefon faturaları, bu telefon hatlarına ilgiyi azalttı. TRT ise, hem ciddi bir mali krize giriyordu, hem de personelinin bir kısmını yeni kanallara kaptırmıştı (Çaplı ve Dündar 1995). Özellikle 1993 ve 1994'te yayına geçen televizyon kanallarının birçoğunun ardında büyük basın grupları vardı.

Bu arada, 1992'de, yeni hükümetin ilgili Devlet Bakanı'nın çabalarıyla yasa hazırlıkları yapıldı. Toplumun değişik kesimlerinin görüşleri alındı.

Gelgelelim, bu çabaların hepsi, sonradan rafa kaldırılacaktı.

1993 yılının ilk dört ayında, İçişleri ve Ulaştırma Bakanlıklarının genelgeleriyle özel radyo-televizyon yayınları durdurulmaya çalışıldı. Frekans sorunu, gerekçe olarak gösteriliyordu. Aslında frekans düzenlemesi ve planlaması ile görevli Telsiz Genel Müdürlüğü çaresizdi; TRT vericilerinin PTT'ye devri hakkındaki yasa iptal edilmişti ama yerine yeni yasal düzenleme yapılmadığı için yasal boşluk vardı; zaten yıllardır Anayasa ve yasalar deliniyordu. Ayrıca, frekans tahsisi hemen gerçekleşebilecek gibi değildi (nitekim, daha yeni, 1997 sonunda yapılabiliyor). Bu kapatma kararının ardında, Kürtçe yayınlar ile İslamcı yayınlara karşı Milli Güvenlik Kurulu'nun müdahalesinin yattığı tartışıldı. Ne kadar haklı ya da haksız olursa olsun, özel radyo ve televizyon kanallarına karşı yapılan bu müdahale, toplumsal bir hareketlenme yarattı ve kısa bir süre içinde Anayasa değişikliği yapıldı.

8 Temmuz 1993'te Anayasa'nın 133. maddesinde yapılan değişiklikle, "...radyo ve televizyon istasyonları kurmak ve işletmek kanunla düzenlenecek şartlar çerçevesinde serbest" bırakıldı. Bu maddeyle bir kamu tüzel kişiliği olarak TRT kurumunun da özerkliği ve yayınlarının tarafsızlığı esas kabul edildi. Bu anayasal düzenlemenin ardından yeni yasa beklentisine girildi ve medya savaşları kızıştı. Hükümet karışıklığı ve tatilden sonra yasa görüşmeleri, bütçe görüşmeleri ve yerel seçimlerle de kesintiye uğradı. Ayrıca, yeni yasadan önce, Kasım 1993'te, Türkiye'nin 1992'de imzaladığı Avrupa Sınırötesi Televizyon Sözleşmesi, Meclis'te onaylanıp yasalaştı. Yeni yasanın kabulü Nisan 1994'ü buldu.


B. Yeni Yasa ve RTÜK (1994-1997)

13 Nisan 1994'te Meclis'te kabul edilen 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun, Avrupa Sınırötesi Televizyon Sözleşmesi'ne (ASTS) uyumlu olarak hazırlanmaya çalışılmıştır. Gelgelelim, hem aktarılan kurallar uyuşmamaktadır, hem de genel ilkeler uyum içinde değildir. Örneğin, yasanın 26. maddesi ve 29. maddesinin son fıkrası, ASTS'nin yeniden iletim ilkesine aykırıdır (Pekman 1994: 69-70). Belki daha önemli bir sorun, ASTS'nin sınırötesi televizyon yayınlarını düzenlemesi, 3984 sayılı yasanın ise hem televizyon hem de radyo yayınlarına ilişkin olmasıdır. Örneğin, yasanın 3. maddesinin o bendindeki "yayıncı" tanımı, sadece televizyon yayıncısını kapsamaktadır. Ayrıca, reklamlarla ilgili maddeler aktarılırken ifade yanlışlıkları yapılmıştır; cevap hakkıyla ilgili olarak da sorunlar mevcuttur (Bu konularda ayrıntılı bilgi için bkz. Pekman 1994: 70-73).

Çeşitli yönlerden Avrupa standartlarına uygun olmayan 3984 sayılı yasayla ve uygulanmasıyla ilgili olarak öne çıkan birkaç noktaya değinmek gerekmektedir. Yayıncıların yayın zamanlarının en az yarısını yerli yapımlara ayrılmasını sağlamak (madde 4/p), yabancı müzik yayını yapan radyolar düşünüldüğünde, yerli sunucunun hazırlayıp sunduğu yabancı müzik programı, yerli yapım mı olacaktır; olmayacaksa, tür radyolarına izin verilmeyecek demektir. Ayrıca, belli oranlarda eğitim, kültür, Türk Halk ve Türk Sanat müziği programları koyma zorunluluğu (madde 31), tür radyo ve televizyonlarına izin vermemektedir (Nitekim, RTÜK Mayıs 1995'te oranlarla ilgili bir yönetmelik çıkardı). Uygulamada, yayın kuruluşları, bu zorunluluğu gece yayınlarına kaydırarak yerine getirmek zorunda kalmaktadırlar.

Yayınlarla ilgili maddelerdeki sorunları bir yana bırakıp, özel radyo ve televizyon kuruluşlarının, kuruluşu ve hisse oranlarıyla ilgili maddeler ile uygulamadaki duruma baktığımızda da sorunlarla karşılaşıyoruz. Örneğin, siyasal partilerin özel yayın kuruluşu kurmaları ya da ortak olmaları mümkün olmamasına karşın, çıkar ilişkisi içinde oldukları yayın kuruluşları onların sözcüleri gibi yayın yapmaktadır. Oysa, siyasal partilerle aynı durumdaki birçok dernek, sendika, meslek kuruluşu, vs. bu olanaktan yoksundur; yolları tecimsel ve belli siyasal çıkarlara angaje olmaktan geçmektedir. Hisse oranları konusunda da, yasal olarak getirilen kısıtlamaların işlemediğini bilmeyen yoktur.

3984 sayılı yasayla ve uygulanmasıyla ilgili daha çok şey söylenebilir ama sona sakladığımız nokta, kuşkusuz en önemlisidir: Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK). Radyo televizyon alanında çok önemli görev ve yetkilerle donatılan RTÜK, 5'i iktidar, 4'ü muhalefet partilerinin göstereceği adaylar arasından Meclis'in seçtiği 9 üyeden oluşmaktadır. Daha ilk seçimde, bu kurulun oluşumuyla ilgili sorun ortaya çıkmış ve üyelikler ANAP ile DYP adaylarınca paylaşılmıştır. İlk icraatı da, özel yayın kuruluşlarının reklam gelirlerinden Üst Kurul paylarının ödenmesini istemek oldu. 1994 yılında kuruluşlara uyarılarla başlayan ve Şubat 1995'ten beri de kapatma cezalarıyla süren RTÜK uygulamaları, Türkiye'de en çok tartışılan konulardan biri haline geldi.

Bu arada, RTÜK birçok yönetmelikle (özel radyo televizyon kuruluşlarının kuruluşlarıyla ilgili yönetmelik, yayın esas ve usulleri hakkındaki yönetmelik, vs.) düzenlemeler getirdi. Bugün gündemde olan frekans tahsisiyle ilgili olarak RTÜK, Bilkent Üniversitesi'ne Türkiye'nin frekans haritasını hazırlattı. Bu çerçevede, Mart 1995'te yayınlanan "Radyo Televizyon Yayın İzni ve Lisans Yönetmeliği" uyarınca başvuran özel kanalların frekans tahsisi, bugünlerde yapılmaktadır. Açık artırma yoluyla uygulanan ihalede, parayı veren düdüğü çalmaktadır.

SONUÇ

Türkiye'de radyo televizyon yayıncılığı, devletçi gelenek ile 'muasırlaşma' problemine bitişik olan kapitalist iktisadi sisteme eklemlenme çabası düğümünde düzenleme değişiklikleri geçirmiş; çok partili yaşama geçildikten sonra partizan kullanımlara açık olmuştur. 1980'deki iktisadi yönelim ve askeri müdahale sonrasında üç yıl, partizan kullanımdan söz edilmesi mümkün olmasa da, 'herşey devlet elinde' anlayışı sürmüştür. 1980'lerin ortasındaki iktisadi liberalizmle sermayenin baskını, yayıncılık alanında 1980'lerin sonundan itibaren kendini göstermeye başlamıştır. 1990'ların başındaki serbestlik, birkaç yıl sürmüş; devlet, yayıncılık alanına yeniden ağırlığını koymuştur.

Bugün tartışılması gereken, devletçi ve muhafazakar düzenlemenin karşısına tecimsel çıkarların konması değildir. Çünkü, bu ikisi birbirini destekleyecek ortamı yaratmakta sık sık başarılı olmaktadır. Yayıncılık, ortak ve farklı özelliklerimizle ve yönelimlerimizle hepimizi ilgilendirmektedir; son gelişmelerle yeniden başlayan yasa değişikliği tartışmalarında, artık kamusal yayıncılığı gündeme alma zamanı gelmiştir.

REFERANSLAR

Aksoy, Muammer (1960) Partizan Radyo ve DP. Ankara: Forum.

Alemdar, Korkmaz ve Raşit Kaya (1993) Radyo-Televizyonda Yeni Düzen: Dünya Deneyi ve Türkiye'deki Arayışlar. Ankara: TOBB yay.

Aziz, Aysel (1981) Radyo ve Televizyona Giriş. 2. Basım. Ankara: AÜ SBF yay. Boratav, Korkut (1988) Türkiye İkisat Tarihi: 1908-1985. İstanbul: Gerçek
yayınevi.

Cankaya, Özden (1990) Türk Televizyonunun Program Yapısı (1968-1985). İstanbul: Mozaik.

Cumhuriyet. 2.1.1990. "TRT'de Yeni Sistem", s.4.

Çaplı, Bülent ve Can Dündar (1995) "80'den 2000'lere Televizyon." Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi-Yüzyıl Biterken. C. 15, s.1376-1386.

Ergun, Sezi ve Zehra Kurttekin (1988) Muhterem Samiin'den Sayın Dinleyicilere... İstanbul: TRT televizyon program metni.

Gülizar, Jülide (1985) "Türkiye Radyoları." Türkiye Cumhuriyeti Ansiklopedisi. Cilt 10. İstanbul: İletişim, s. 2738-2747.

Heclo (1972) "Review Article: Policy Analysis." British Journal of Political Science. 2.

İnceoğlu, Metin (1985) Tanıtma Yöntemleri. Ankara: Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Ders Notları.

Keyder, Çağlar (1989) Türkiye'de Devlet ve Sınıflar. Çev., Sabri Tekay. İstanbul: İletişim yay.

Kocabaşoğlu, Uygur (1980) Şirket Telsizinden Devlet Radyosuna (TRT Öncesi Dönemde Radyonun Tarihsel Gelişimi ve Türk Siyasal Hayatı İçindeki Yeri). Ankara: AÜ SBF yay.

Kocabaşoğlu, Uygur (1985) "Radyo." Türkiye Cumhuriyeti Ansiklopedisi. Cilt 10. İstanbul: İletişim, s. 2732-2737.

Öngören, Mahmut Tali (1982) "Türkiye'de Televizyonla İlgili Çeşitli Tarihler." İletişim 1982/4. Ankara: AİTİA GHİYO yay.

Öngören, Mahmut Tali (1985) "Televizyon." Türkiye Cumhuriyeti Ansiklopedisi. Cilt 10. İstanbul: İletişim, s. 2748-2756.

Parla, Taha (1989) Türkiye'nin Siyasal Rejimi: 1980-1989. İstanbul: İletişim yay.

Pekman, Cem (1994) "Avrupa Standartları ve Radyo-TV Kanunu." Ayna. Yıl 1, no.3-4, Yaz-Güz, s.68-73.

Topuz, Hıfzı; Mahmut Tali Öngören; Aysel Aziz ve Mesut Önen (1990) Yarının Radyo ve Televizyon Düzeni: Özgür, Özerk ve Çoğulcu bir Alternatif. İstanbul: TÜSES ve İLAD yay., s.111-161.

Taşer, Cengiz (1969) Radyonun Organizasyonu ve Özerkliği. Ankara: Kardeş. Tuğrul, Semih (1975) Televizyon Olayları. İstanbul: Koza.

Tunçay, Mete (1985) "Siyasal Gelişmenin Evreleri." Türkiye Cumhuriyeti Ansiklopedisi. İstanbul: İletişim yay., s. 1967-1990.

Yengin, Hülya (1994) Ekranın Büyüsü: Batıda Değişen Televizyon Yayıncılığının Boyutları ve Türkiye'de Özel Televizyonlar. İstanbul: Der yay., s.73-243.

Yasal Belgeler

TC Anayasası (1982) -Başlangıç, 2. md., 26. md., 133. md. 2954 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu (1983)

2813 sayılı Telsiz Kanunu (1983)

3517 sayılı Radyo ve Televizyon Verici İstasyonlarının Posta Telgraf ve Telefon İşletmesi Genel Müdürlüğü Tarafından Kurulması ve İşletilmesi Hakkında Kanun (1989)

TC Anayasası 133. md. değişikliği (1993)

3915 sayılı kanunla onaylanan Avrupa Sınırötesi Televizyon Sözleşmesi (1993)

3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun (1994)

3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun,

Yönetmelikler ve Tebliğler. Ankara: RTÜK, 1996.




--------------------------------------------------------------------------------

kaynak:http://eski.bianet.org/diger/arastirma222.htm

CNN INTERNATIONAL, GENELKURMAY'IN BİLDİRİSİNİ DÜZENLEDİĞİ ANKETLE OKUYUCULARINA SORDU

CNN International adlı uluslararası yayın network'ü internet sitesinde Türkiye ile ilgili bir anket yapnmaya başladı.

cnn.com adlı internet sitesinin ilk sayfasında yer alan ankette şu soru soruluyor:

Do you think Turkey's democracy has been damaged by the military's comments on the current presidential election?

(Türk demokrasisinin, askerlerin cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yayınladığı bildiriden zarar gördüğünü düşünüyor musunuz? )

Turkish Gov't Facing Political Pressure

The Turkish stock market plunged Monday, reacting sharply to political tensions as the Islamic-rooted government comes under strong pressure from secular circles to call parliamentary elections.

At least 700,000 people marched Sunday against the ruling party's candidate for president, Abdullah Gul, an observant Muslim who is currently the foreign minister.

Many Turks, including powerful generals, fear Gul would use the presidency -- a post with veto power over legislation -- to assist Prime Minister Recep Tayyip Erdogan in chipping away at the separation of state and religion.

Gul was expected to win because in Turkey the president is picked by parliament, which is dominated by his pro-Islamic party.

The Istanbul benchmark index opened with stocks down about 8 percent, but analysts said the market will recover quickly if political tensions ease or the government decides to call early elections.

Deputy Prime Minister Abdullatif Sener said the ruling party had made no decision yet on parliamentary elections. Sener said the government was watching market reactions and offered assurances that there was confidence in the Turkish economy both at home and abroad.

Turkey's top judicial body, the Constitutional Court, was evaluating an appeal by the main opposition pro-secular Republican People's Party to cancel the presidential vote. The court was expected to announce its decision on Tuesday or Wednesday morning.

Erdogan was scheduled to address the nation Monday night, and analysts speculated that he would stress his government's loyalty to secularism.

Turkey has struggled with its national identity since Mustafa Kemal Ataturk, an army officer in World War I, founded the secular republic after the collapse of the Ottoman Empire. He gave the vote to women, restricted Islamic dress and replaced the Arabic script with the Roman alphabet.

Secular Turks draw a political line

Amid a sea of Turkish flags, nearly three-quarters of a million people poured into the streets of Istanbul on Sunday to demand that parliament choose a president with no Islamist ties.

But the Islamist-rooted ruling party insisted that it would push ahead with the candidacy of Foreign Minister Abdullah Gul, chosen last week as its standard-bearer in parliamentary voting scheduled to take place in the coming two weeks.

Secular opposition parties have mounted a legal challenge to a first-round vote last week by lawmakers, and Turkey's powerful military, which considers itself the guardian of this overwhelmingly Muslim country's secular system, issued a sharply worded warning Friday night against the accession of any leader who does not fully support secular principles.

Turkey's military has a long history of intervening in political affairs. It has dislodged four governments in the last half-century, most recently a democratically elected Islamist government that was pushed from power a decade ago.

Gul, a respected diplomat, rejects the Islamist label, and has pledged that he and his party will pursue a conservative-democratic agenda. Sunday's huge rally was organized before Gul was chosen last week as a compromise over the more Islamist-minded Recep Tayyip Erdogan, the prime minister.

A similar but smaller rally was held two weeks ago in Ankara, the capital, to protest Erdogan's possible candidacy.

Although Gul is considered a more moderate figure, his selection as president would consolidate the ruling Justice and Development Party's hold on the executive and legislative branches of government.

The presidency has been filled by a secularist since the reign of Turkey's revered founding father, Kemal Ataturk. The president is the titular head of the armed forces, has the right to veto laws and makes key appointments to the judiciary and other posts.

Rally participants said filling the post with anyone from the ruling party would pose a threat to Turkey's separation of religion and state — even though the ruling party, which holds a substantial parliamentary majority, is constitutionally charged with picking the president.

"Turkey is secular and will stay that way!" shouted marchers who overflowed a large square in Istanbul, the country's commercial and cultural center. "Tayyip, take note of our numbers!" others shouted, addressing the prime minister.

Many secularists mistrust Gul because his wife, Hayrunisa, wears a Muslim head scarf.

"That's not what I want for me, or for my daughter," said Gulac Yildiz, a 42-year-old mother clad in jeans and a T-shirt, who marched with her 5-year-old, Elif, hoisted on her shoulders.

The secularists' campaign, however, is fraught with contradictions. Many secular-minded Turks are part of the country's cultural and political elite, and have a strongly Western bent. But the army's influence in events is viewed with considerable concern by the European Union, which Turkey still hopes to join one day.

Marchers, though, brushed aside those worries.

"We don't care what the outside world thinks," said Namik Kancer, a university professor. "What we have to do is save our republic."

It was unclear, too, what demonstrators hoped to achieve by pressuring the government to abandon Gul's candidacy.

If a constitutional court upholds the opposition's objections to an initial round of voting held last week on grounds that not enough lawmakers took part, the government would probably respond by moving up the date of a general election scheduled to be held by November.

The Justice and Development Party, which has presided over dynamic economic growth since taking power in 2003, would almost certainly emerge once again with a parliamentary majority, perhaps even one larger than the one it holds now, polls and analysts say.

The court ruling is expected before a second round of parliamentary voting, which is to take place Wednesday.
INDEPENDENT GAZETESİ AGOS'U YAZDI
Independent gazetesi muhabiri Ian Herbert, Agos gazetesini ziyaret etti ve Türkiye'deki son ortam ışığında Agos gazetesini ve Hrant Dink'i anlattı.



Independent gazetesi muhabiri Ian Herbert, Agos gazetesini ziyaret etti ve Türkiye'deki son ortam ışığında Agos gazetesini ve Hrant Dink'i anlattı.

Agos gazetesi güvenlik görevlisinin, birkaç ay önce Hrant Dink'in öldürüldüğü noktayı işaret etmeye alışmış göründüğü belirtilerek başlanan haberde, gelen tehditleri gösteren en ince ayrıntının, gazetenin bulunduğu yerde herhangi bir tabela bulunmaması olduğu ifade edildi.

Gazeteye konuşan Agos editörü Ethen Mahçupyan, 'Tabela koymamak Hrant için bir korumaydı. Neden (bir tabela) olmadığını hiç sormadım. Bu bir gizlenme biçimiydi ve düşünmeden yapılıyordu' dedi. Haberde, Dink'in Rusya'da gazeteci Anna Politkovskaya'nın ölümünden üç ay sonra öldürüldüğüne dikkat çekildi.

Dink'in ofisinin 'Ermenice işgali' altında bulunmadığı da ifade edilen haberde, gazetenin 11 yıl önce Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşananların acı anılarına karşı tek çözümün diyalog olduğu düşüncesiyle Dink tarafından kurulduğu kaydedildi. Haberde, 24 sayfalık gazetesinin üç sayfa dışında, kapağı dahil tamamının Türkçe olduğu hatırlatıldı. Haberde ayrıca 10 binlik okuyucu kitlesinin de sadece dörtte birinin Ermeni diğerlerinin Türk olduğu vurgulandı.

Independent, Dink'in Türkiye'nin tutumunu eleştirdiğini ancak laik bir Ermeni olarak Ermeni kilisesi içinde de çok arkadaş bulamadığını yazdı. Gazeteye konuşan Ermeni Patriği Masrob Mutafyan ise, '(Hrant Dink'in) bir yetimhanede büyüdüğünü unutmayın. Bu onun devlete, patrikhaneye, herkese karşı olmasına neden oldu' dedi.
Dink'in ölümü öncesinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 'bazı şeyleri yoluna koymak istediğine dair işaretler verdiği' ifade edilen haberde, Erdoğan'ın Türk ve Ermeni tarihçilerden oluşan bir ortak komisyon kurulmasını önerdiği ancak bunun Ermeniler tarafından reddedildiği belirtildi. ANKA
medyatava

25 Nisan 2007 Çarşamba

Türkiye'nin İlk İletişim Galerisi Açıldı

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi bir ilki gerçekleştiriyor. Türkiye’nin ilk iletişim galerisi İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafından açılıyor. 21 Aralık 2006 tarihinde, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’nde, saat 14.00’de başlayacak açılış etkinlikleri sonrası ilk ziyaretçilerine merhaba diyecek olan Galeri, Doğuş Grubu ve Aydın Doğan Vakfı’nın değerli katkılarıyla hazırlandı.
İstanbul Üniversitesi Nadirler Eserler Kütüphanesi’nin zemin ve giriş katlarında hizmet verecek. Galeride, Osmanlı döneminden başlayıp günümüze değin uzanan kesitte yayınlanmış ve yayınlanmakta olan Osmanlıca ve Latin harfli gazete ve dergilere ait orijinal örneklerle, Radyo TV ve Sinema alanında kullanılan kamera, film projeksiyon cihazı, ses kayıt cihazı, radyo, gramofon vb. elektronik aletlerin, ziyaretçileri nostaljik bir yolculuğa çıkaracak nadide örnekleri yer alıyor.
Tüm bu cihazların yanı sıra fotoğrafçılık meraklılarının da ilgisini çekeceğini düşündüğümüz galeride, fotoğraf makinelerinin ilk dönem örneklerine de rastlamak mümkün.
Yaklaşık 10 yıllık bir çalışmanın ürünü olan galerinin kuruluş çalışmaları, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Suat Gezgin tarafından yürütüldü.
Türk gazeteciliğinin başlangıçtan günümüze değin geçirdiği aşamaları ve bunun yanı sıra Radyo TV-Sinema alanında kullanılan elektronik cihazların geçirdiği teknolojik gelişmeyi yakından görme imkanı verecek olan galeri, Yeşilçam meraklılarının da ilgisini çekeceğe benziyor. Çünkü, dönemin nostaljik havasını yansıtan çeşitli film kameraları da sergilenen parçalar arasında yer alıyor. Ayrıca, TRT İstanbul Radyosu’nun 1949’da kurulduğu dönemde kullanılan ilk stüdyo ekipmanları da galeride sergilenen malzemeler arasında.
Galeri, halkın iletişim tarihini canlı örnekler vasıtasıyla yakından tanımalarına ve dolayısıyla yayıncılığımızın dünü, bugünü ve geleceği konusunda doğru değerlendirme yapabilmesine imkan verecek niteliktedir.

“Bir Batılılaşma hikayesi” Mehter Takımından Bandoya

O Bizim Zaferlerimizin Simgesiydi, Geçmişin Şanlı Türk Simgesiydi, Viyana kapılarına onunla dayandık, zafer, şanlı tarih denilince akla ilk gelen simgelerden biriydi, fakat o da batılılaşma değirmeninde kayboldu…şimdi önemli günlerin nostaljik bir parçası olarak kıyıya itildi.


Dağlardan çok uzaklardan, daha Osmanlı Ordusu görünmeden düşmanın korktuğu Türk ordularının simgesiydi mehteranlar. Gözünü kırpmadan ölüme koşan Türk askerlerinin öncüsüydü onlar.
“Gâfil ne bilir neş've-i pür-şevk-i vegâyı
Meydân-ı celâdetteki envar-ı sefâyı
Merdân-ı gazâ aşk ile tekbir tekbirler alınca
Titretti yine, rû-yı zemin arş-ı semâyı.
Allah yolunda cenk edelim şân alalım şan
Kur'an'da vaad ediyor Hazret’i Yezdan.”



1. MEHTER NEDİR?

Mehter Farsça mihter ( en büyük, ulu) sözcüğünün Arapça biçimidir.
Mehter takımı, Osmanlı Ordusu'nun bandosu. büyüklüğüne göre mehter(an) takımı veya mehter(an) bölüğü olabilir. askeri müzik'in dünyadaki ilk örneklerindendir. avrupa bu müzikle ilk kez viyana kuşatması sırasında tanışmış, jannissary ismini vermiştir. daha sonraları bu tür askeri müzikler avrupa'da da yapılmaya başlanmıştır. mozart mehter melodilerinden etkilenerek türk marşı'nı bestelemiştir.


Osmanlı İmparatorluğu, tarihte eşine az rastlanır genişlikte bir coğrafyaya hükmetmiş, en uzun ömürlü imparatorluklardan biridir. (Yalnızca en güçlü dönemindeki Roma İmparatorluğu'nun toprakları, Osmanlı topraklarından daha geniş bir yüzölçümüne ulaşmış, ancak o da Osmanlı kadar uzun bir süre bu kadar geniş bir coğrafyayı elinde tutamamıştır.) Avrupa, Kuzey Afrika, Ön Asya, Mezopotamya ve Arabistan tarihinin önemli bir parçası olan Osmanlı'nın mirası, bugün bu topraklarda kurulmuş olan onlarca devletin şehirlerini süslemektedir. Pek çok Avrupa şehrinde (Sofya, Belgrad, Saraybosna gibi) Osmanlı mimarisinin ve şehirciliğinin örnekleri hala ayaktadır.

Yaklaşık 600 yılı kapsayan bu dönemde, Türk müzik kültürünün üç ana türü olan halk müziği, geleneksel sanat müziği ve geleneksel askeri müzik, 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Türk müzik yaşamına bütünüyle egemen olmuş, 1826’dan başlayarak İstanbul’un saray çevresinde uluslararası sanat müziğinin örnekleri de seslendirilmiştir.

Geleneksel yönüyle Türk askerî müziği, ortaçağda Asya’daki “Tuğ” adı verilen çalgı topluluklarıyla boy vermiş, Anadolu Selçuklu Devleti’ndeki “Tabılhaneler” de bir eğitim disiplini çerçevesinde geliştirilerek Osmanlılarda “Mehterhane”ye dönüşmüştür. Görkemli ses gücünün icra gösterisi özelliğiyle etkileyici olan mehter müziğinin seslendirilişinde geleneksel üflemeli ve vurmalı çalgılar kullanılmıştır. Özellikle 1683 Viyana kuşatması sırasında Avrupalıları etkileyen mehter müziği, aksak ritimleri ve geleneksel çalgıların ses renkleriyle batılı bestecilerin ilgisini çekmiş, “Türk stili” anlamına gelen “alla turca” stil giderek yaygınlaşmıştır. Haydn, Mozart, Beethoven, Weber, Brahms gibi besteciler, “alla turca” stilde eserler yazmışlardır.

2.MEHTER MÜZİĞİ

Mehter Türk geleneklerinde, bir şenlik aracı değil, azametin, ihtişamın ve görkemli olmanın bir işaretiydi. Devletin ululuğu ve kutluluğu, davulların gümbürtüsü ile yankılanır. Türklerin devlet anlayışında, halkın bütünlüğü, devletin yüceliği kavramları çok önemlidir. Bu inanış ve gelenekler, İslamiyet'ten önceki Türk devletlerinde de, Selçuklu ve Osmanlı devletinde de, küçük değişiklerle yer almıştır. Bu yapıda üç önemli sembol vardır :
Otağ , hakanın veya başkomutanın bulunduğu yerdir. Bu bir savaş alameti olarak ortaya çıkar çünkü otağ yalnızca savaşlarda kurulur.
Hakanın Kösü , yani büyük davul, hakanlık otağını önünde durur ve yalnızca hakana aittir.
Hakanlık Mehteri ise, sancağın altında ve otağın önünde askerleri yüreklendirmek için çalan müzik topluluğudur.

Sancak ve mehter, Türk devletinde birbirinden ayrılmaz çok önemli olgulardır. Mehter vuruşu ile otağdan çıkılır ve savaş akınlarının ilk adımları atılmış olurdu. Türklerin Orta Asya geleneklerinde, devletin başı olan Hakan'ın otağı önünde kurulan büyük Davulun ve Kösün günün belli zamanlarında çalınarak gücünü göstermesine Nevbet (Nevbe) döğme ya da vurma denilirdi. Nevbet döğmek, devletin başı olan Hakanın gücünü dosta düşmana göstermesi ve özellikle düşmanın yüreğine korku salması şeklinde yorumlanırdı.
Osmanlı da sancak gibi mukaddes bir varlık halinde yaşatılan mehter, bağımsızlığın, devlet varlığının önemli bir göstergesi olmasının yanı sıra, meydan savaşlarında, kale kuşatmalarında, deniz savaşlarında düşmana hücum esnasında, vurduğu hamasî havalarla duyguları kamçılar, şahlandırır, askeri şevke getirir, ordunun moralini yükseltirken çıkardığı müthiş gümbürtüyle düşmanın moralini yok eder, onu bozguna uğratırdı. Meydan savaşında, tek bir hakanlık kösü bile, kendi başına bir mehterdi. Hücum ve duraklamaları,hakanlık kösü belirler, davul ve borulardan oluşan mehter, savaşta orduyu yönlendirdi. Savaşta yenilgi, mehterin yağmalanması ile kabul edilirdi. Bu durumda en zorlu savaşlar sancak ve mehter çevresinde olurdu.
Görülüyor ki mehter, savaş alanında, sadece bir müzik topluluğu olmaktan bir anlamda uzaklaşırken barış zamanında müzik yönü daha çok öne çıkıyordu. Barış zamanında mehter, hakanın saltanatının ve devlet hayatının devam ettiğinin bir göstergesiydi. Bunun dışında davul ve mehter, devletin haber ve ilan gibi işlerini de yerine getirirdi.
Osmanlı mehterinde; zurna, boru, kurrenay ve mehter düdüğü gibi üflemeli / nefesli, kös, davul, nakkare, zil ve çevgân gibi vurmalı ya da çırpılan çalgılar yer alırdı. Çalgıların sayısı eşit tutulur ve bu sayıya göre mehterin kaç katlı olduğu belirlenirdi. "Tabl ü alem-i hassa" adı verilen ve en büyük mehter olan Padişah mehteri, dokuz katlıydı. Bunun anlamı, her çalgıdan dokuz adet var demekti. Bu sayı sonraları, on iki hatta on altıya kadar yükselmişti. Padişahtan başka, Vezir-i âzam-ın (Başbakan'ın) Kubbe vezirlerinin (Kabine üyelerinin), Defterdar ve Reisü'l küttab'ın (Maliye ve Dış işleri Bakanı'nın) Mehterhâneleri olduğu gibi, ülkenin çeşitli eyâletlerinde ve kalelerinde de Mehter takımları bulunur ve görev yapardı.
Mehter'in etki gücü Avrupalılar tarafından da değerlendirilmiş ve Mehter örnek alınarak çeşitli Avrupa ülkelerinde Askerî Müzik toplulukları, "Bando"lar kurulmuştur. Gluck, Mozart, Beethoven gibi bestecilerin Mehter'den esinlenerek müzikler yazdıkları da bilinmektedir.
19. Yüzyılın Osmanlı müzik yaşamında gözlenen ilginç bir değişim, özellikle 1839 Tanzimat Fermanı’ndan sonra hızlanan batılılaşma eğilimlerinin müzik alanında değişim göstermesidir.

3.MEHTERHANENİN SONU VE BANDONUN ORTAYA ÇIKIŞI?
Mehterhane, 1826 yılında yeniçeri ocağıyla birlikte kapatılmış, Fatih Sultan Mehmet tarafından geliştirilen bu köklü askeri müzik geleneği yerini bando topluluklarına bırakmıştır.
Bando, nefesli ve vuruşlu sazlardan kurulu asker mızıkası topluluğu… İkinci Mahmut Osmanlı Ordusu mızıkası olan mehterhaneleri kaldırıp yerine Muzıkayı Humayun adıyla 1827’de bir bando kurdu. Donizetti, 1831 yılında askeri mızıka okulunu açtı. Cumhuriyetin ilk yıllarında İsanbul’da deniz bandosu ve saray muzıkası olmak üzere iki bando vardı. Saray ,Muzıkası sonraları (1924) Cumhurbaşkanlığı Musiki Heyeti oldu. 1945 yılında bu bando okulu Cumhurbaşkanlığı Armoni Mızıkası adını aldı. Bugünde Silahlı kuvvetlerde görev yapan bandolar mevcutlarına göre 1, 11 ve 111 sınıf olarak askeri kumandanlık okullarda görev yapıyorlar.

SONUÇ:
Mehteranlar eski Türk filmlerinin ve tarih kitaplarının sayfasından tanıdık. Onlar Türk Ordularının zaferlerinin simgesiydi, batılılaşma ile ilk kaybolan simgelerden di. şimdi önemli günlerin nostaljik bir parçası olarak kıyıya itildi.
Batı ile ortak girişimler, ortak çalışmalar ile yok olan şimdi yaşadığımız siyasi başarısızlıkların altında bizi uzak özlemlere götürüyor.Batı ile doğu arasundaki duvarın bir simgesi olarak da bando ve Mehteranları değerlendirebiliriz.
Bize ait türküleri yok sayamayız, Mehter marşı da bizim. Mehter takımı dünyanın ilk bando grubudur, savaş orkestrasıdır bu bize ait bir şeydir. Bu gün turistik amaçlı gösterileri yapılıyor, demek ki olan değerleri reddetmemek gerekir. Kültür vardır, bu ülkenin kültürüdür ve hepsinin üstündedir. Biz göçer gideriz ama bu kültür yaşar . Hem geleneklerimize sahip çıkabilir, hem de çağdaş bir toplum olarak yaşayabiliriz. Zaten çağdaş dünyada yerimizi nasıl alacağız? Bize ait bir yer nasıl edineceğiz? Kendi geleneklerimiz üzerinde ve onların var olduğunu kabul edip geliştirerek sanırım
İyi gelenekleri yaşatmak onları geliştirmek ve üzerinde yükselmek önemlidir, eskiler güzeldir, geleceğinde güzel olması hepimizin dileği..