16 Haziran 2009 Salı

Dilbilimsel Yaklaşım Biçimi

Dilbilimsel Yaklaşım Biçimi

1.Günümüzde(1967), geleneksel bilinç sorunsalının yerine, dil sorunsalı geçti: dilin aşkınsal eleştirisi, bilinç eleştirisini ortadan kaldırıyor. Husserl ’in “yaşama evrenleri” ne karşılık düşen, Wittgenstein ’ın “yaşama biçimleri” , artık bir bilincin sentezi kurallarına değil, dil oyunlarının gramer kurallarına uyuyorlar. Bu yüzden dilbilimsel felsefe ve eylem arasındaki bağlamı çoktandır, görüngübilim gibi, anlam bağlamlarının bir kuruluşundan, yani bilinç edimleri üzerine kurulu bir dünyanın aşkınsal çerçevesi içinde kavramıyor.

Yönelimsel eylemin incelenmesinin de karşısına çıkan, yönelimlerin birbirine bağlanışı, artık ‘anlam’ın aşkınsal bir doğuşu ile değil, dilsel imlemlerin mantıksal bir analiziyle açıklanıyor.

Dilbilimsel yaklaşım da, görüngübilimsel yaklaşım gibi, sosyal eylemi öznelerarasılık düzleminde inceleyen, anlayıcı bir sosyolojiye götürüyor. Ama artık öznelerarasılık, bir yaşama evreninin karşılıklı olarak sınırlanmış ve gücül olarak birbirinin yerine geçirilebilir perspektifleri aracılığıyla oluşmaz; tersine, simgelerle yönetilen etkileşimlerin gramer kurallarıyla verilmiştir. Yaşama evrenlerinin yapılanmasının aşkınsal kuralları, şimdi iletişim süreçlerinin kurallarında dil analiziyle kavranabileceklerdir.

Analitik yaklaşım biçiminin kaydırılması, inceleme düzleminin yer değiştirmesiyle telafi edilir: sosyal eylemler şimdi, simgeler arasındaki iç ilişkilerin analiz edildiği biçimde analiz edilebilirler. Aşkınsal tutumda bir empirik inceleme yolundaki paradoksal talebin, artık yanlış anlamalara vardırması gerekmez; bu istem, basit bir biçimde, dil analiziyle karşılanabilir. Çünkü, simgelerin birbirlerine bağlanmasındaki dilbilimsel kurallar, bir yandan, betimsel olarak ele alınabilen nesne durumları olarak, empirik bir analize açıktırlar, ama öte yandan olgular düzleminde değil, olgular üzerine tümceler düzleminde kurulan, daha yüksek düzeyde verilerdir.

Dilbilimsel incelemeler, zaten her zaman empirik doğrultudaki mantıksal analizler olmuşlardır. Şimdi, anlayıcı sosyolojinin dikkati de bu düzleme çekilmektedir. Bunun, netlik gibi bir yararı vardır. Artık şimdiye dek felsefeye ayrılmış olan ve yalnızca belirli bir gelenekte dışlanmış olan aşkınsal mantıksal işlem biçimleriyle bağlantı kurmak gerekmemektedir.

Bu düşünseme düzleminin, deneysel olarak sınanabilir tümceler düzlemiyle karıştırılma olasılığı yoktur. Dil analizi, kavramların analizi olarak, yanlış anlamaya yol vermeyecek bir biçimde, yasa hipotezlerinin sınanmasının karşısına koyulmuştur.

Dilbilimsel yaklaşım biçimi bu netliği, davranışsalcılıkla keskin bir karşıtlık içinde olmasına borçludur. Davranışsalcılık , eylemi davranışa indirgeyerek, toplumu doğayla özdeşleştirir ve nesne alanlarının yapısal farklılıkları karşısında kararlı bir bilinemezci tavır alırken, dilbilimi, simgesel olarak sağlanan davranış biçimlerinden, doğal yönü bütünüyle silmekte ve toplumu idealist bir biçimde, bir simgeler bağlamına yüceltmektedir.

Dilbilimsel yaklaşım, sosyal olguları bütünüyle işaret sistemlerinin yanına koymaktadır. Deneyimbilimi olarak bir sosyoloji için her iki konum da aynı temele: tümceler ile olgular arasında kesin bir ayrıma, dayanırlar. İşaretler arasındaki içsel ilişkiler mantıksaldır, olaylar arasındaki dışsal ilişkiler empiriktir.

Nasıl ki davranışsalcı yaklaşım, sosyal eylemi bir taraf için istiyorsa, dilbilimsel yaklaşım da öbür taraf için istemektedir — bu anlamda ikisi de birbirini bütünleyici bir tutum içindedir. Yine de, dilbilimsel felsefe dili salt bir işaretler sistemi olarak ele alırsa, toplumsal ilişkilerin içsel bağlantılarla özdeşleştirilmesi, dışsal bağlantılarla pozitivist özdeşleştirmeden daha az ikna edici olacaktır.

Sosyal eylem alanına dil analiziyle yaklaşma, simgeler arasındaki içsel ilişkiler, eylemler arasındaki bağlantıları açıkladıklarında inandırıcıdır. Dillerin grameri o zaman içkin anlamlarına göre, iletişimin ve olası pratiğin bağlamlarını saptayan bir kurallar sistemi olur: “Sosyal ilişkilerin önermeler arasındaki mantıksal ilişkiler gibi olması gerektiği, önermeler arasındaki mantıksal ilişkilerin kendilerinin insanlar arasındaki sosyal ilişkilere bağlı olduğundan daha az gariptir.”

Dil analizi, anlayıcı bir sosyolojinin yöntembilgisi için ancak, mantıksal pozitivizm , özeleştirinin iki aşamasından geçtikten sonra önem kazanabilir: düşünsemenin iki aşaması, Wittgenstein ’ın imzasını taşıyor. Tractatus istenilen bilimsel evrensel dilin aşkınsal bilincini bilince çıkarıyor. Philosophische Untersuchungen, aşkınsal “dilin kendisinin kurgu olduğunu görüyorlar ve gündelik dilde yapılan iletişin gramerlerinde, yaşam biçimlerinin kuruluşunun kurallarını keşfediyor. Aşkınsal düşünseme aşamasını, sosyal dilbilimsel olanından ayırabiliriz. Wittgenstein’ın biyografi kesitinde, görüngübilimin Schütz tarafından benzer bir biçimde geliştirilmesinde öne çıkmayan, sistemli bir geçiş belirginleşiyor. Böylece, buradan, sosyolojik olarak verimli kılınmış bir görüngübilim genel olarak yaşama evreninin aşkınsal analizini ve mevcut bulunmuş yaşama evrenlerinin analizleri arasındaki uçurumun aynı ölçüde ilkesel olarak bilincine vardığında ortaya çıkan sorunlara ışık tutuluyor.

Wittgenstein’ın ilk dönemindeki dil aşkınsalcılığı, Stenius’un net bir biçimde gördüğü ve Apel’in üzerinde çalıştığı gibi, bazı açılardan, Kant ’ın aşkınsal felsefesine benzer: aşkınsal bilinç genel olarak, dünyayı resmeden evrensel dile karşılık düşer. Bu dilin mantıksal biçimi, a priorı olarak nesne durumları hakkındaki olası önermelerin koşullarını saptar. Nesne durumları, mevcut olduklarında, olgulardır; tüm olguların cisimlenişi dünyadır, Kant’ın diliyle konuşulacak olursa: görüngüler dünyası.

Olası deneyimin ve bilginin nesnelliğinin aşkınsal koşulları olarak görü ve anlık kategorilerine, olduğu gibi olan hakkında empirik açıdan anlamlı önermelerin içinde a priori olanaklı oldukları modeli belirleyen sınırları çizen bilimsel evrensel dilin sözdizimi karşılık düşer . Bu dil aşkınsalcılığı, saf aklın eleştirisini, dil eleştirisel bir biçimde aşar. Aynı zamanda, yeni pozitivizmin yeniden benimsediği eski nominalist dil eleştirisini sona erdirir.

Dil eleştirisi zaten her zaman, arı düşünceyi çarpıtan bir gündelik dilin belirginleştirilmesiyle uğraşmıştır. Dil eleştirisinin varsayımı düşüncenin biçimiyle gündelik dildeki dilegetirimin yapısı arasındaki farktır . Witggenstein geç döneminde adeta dilsel kategorileri, içinde anlam kazanabilecekleri biricik yer olan mantıksal bağlamın ötesinde kullanmamız sonucunda ortaya çıkan aşkınsal bir görünüşü hesaba katıyor.

Saf aklın eleştirisi, dil eleştirisi düzleminde, “Anlığımızın, dilimizin araçlarıyla büyülenmesine karşı savaşım” biçimini alıyor. Ama Tractatus dönemindeki Wittgenstein, daha sonraki görüşüne karşıt olarak, dilin doğru çalışmasının ölçütlerini veren anlığın mantıksal biçiminin, gündelik dilin alışılmış gramerinde aranmaması gerektiği inancındadır: “Ondan [gündelik dili], dilin mantığını dolaysız olarak çıkarmak, insan için olanaksızdır. Dil düşünceyi örter. Öyle ki, örtünün dış biçiminden, örtülen düşüncenin biçimi konusunda sonuç çıkarılamaz, çünkü örtünün dış biçimi, tamamiyle başka amaçlar için kurulmuştur; gövdenin biçimini belli etmek amacıyla değil.”

Ama gündelik dildeki formüllendirmeler, dünyayı serimleyen bir ideal dil ölçütüne göre ölçülebilirler, bu dilin yapısı empirik açıdan olası anlamlı önermeler evrenini saptar. Demek ki, geleneksel her tümce için bir ve yalnız bir eksiksiz analiz vardır; bu analiz tümcenin, dilin mantıksal açıdan saydam dilinde yeniden kurulmasıyla eş anlamlıdır. Bu dönüşüme yatkın olmayan tüm doğal tümceler, anlamsız oldukları için elenebilirler.

Principia Mathematika , bilimsel bütünlük dili için bir model veriyor. Evrensel dil atomik bir yapıdadır: her karmaşık tümce, basit tümcelere ayrılabilir. Bu durum doğruluk açısından işlevseldir tümcelerin doğruluk değerleri, argümanlarının doğruluk değerlerine bağlıdır. Bu değer, bir serimleme işlevi anlamında, gerçeklikle bağdaşır:her basit tümceye bir olgu karşılık gelir. Wittgenstein’ın asıl radikalliği, böyle bir evrensel dili önermesinden çok, bu dilin değerini düşünsemesinde kendini gösterir.

Pozitivizm dil analizini yöntembilgisel bir amaçla yapar ve biçimsel bir bilim halinde kurarken, Wittgenstein, indirgemeci düşünmenin gidişine karşı, dilin gerçekliğin bilinmesini nasıl olanaklılaştırdığı biçimindeki bilgi kuramsal soruya geçerlilik kazandırıyor. Bu bakış açısıyla, bütünlük dilinin mantıksal sözdiziminin, kesin anlamda aşkınsal bir mantık olduğu ortaya çıkıyor. Çıkış noktası, dilin düşünseme özelliğini dışlayan, nominalist bir kavrayıştır: “Hiçbir tümce kendi üzerine bir şey söyleyemez, çünkü tümce işareti kendi kendisinin içinde kapsanamaz” (3.332). Wittgenstein , Russel’in tipler kuramını, bilgikuramsal bir biçimde kullanarak, evrensel dile uyguluyor: “tümce bütün gerçekliği ortaya koyabilir, ama gerçekliği ortaya koyabilmek için onunla ortaklaşa sahip olması gereken şeyi — mantıksal biçimi, ortaya koyamaz. Mantıksal biçimi ortaya koyabilmek için kendimizi tümceyle birlikte mantığın dışına çıkarabilmemız gerekirdi, yani dünyanın dışına. Tümce mantıksal biçimi ortaya koyamaz; o, onda, yansır. […] Dilde kendini dilegetireni, biz onunla dile getiremeyiz.” (4.12, 4.121).

Evrensel dilde izin verilen tümceler, sadece, eğer varsalar, dünya içindeki olgular olan tümcelerle bağdaşırlar. Tractatus’un tümceleri gibi, mantıksal biçimi dile getiren, onlarla nesne durumlarını anlamlı bir biçimde serimleyebildiğimiz tümceler, evrensel dille düşünsemeli olarak ilişkilidirler ve bu yüzden o dile ait olamazlar. Empirik anlamlı önermelerin mantıksal koşullarını yerine getirmezler. Konuşulamaz olanı formüle ettiklerinden, dilin aşkınsal değerine dikkat çekerler.

Wittgenstein da, Husserl gibi, ufukların karşılaştırılmasından yararlanıyor: optik olarak algılanabilen her şey, bir görüş alanı içinde verilmiştir, ama gören gözün gövde merkezli kesitini, perspektifi, böyle göremeyiz — perspektif, kendini, algılananın ufkunda gösterir. Dilin mantığında da durum budur; dünya içinde olup bitenler üzerinde düşünülebilir tüm önermelerin mantıksal biçimiyle, dünyanın kendisinin yapılarını da saptar: “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını imler.” (5.6) Ama bu dil ötesi tümcelerin doğruluğu, onların mantıksal olanaksızlığında belli olur: dilin mantığı, dünya içinde olanları kavrayışımızın çerçevesini, yani dünyanın nasıl olduğunu, aşkınsal zorunlu bir biçimde saptarken. bu durum, kendisini bu dilin içinde dilegetiremez. “Mantık dünyayı doldurur; dünyanın sınırları onun da sınırlarıdır. Mantıkta, bu yüzden, şunu söyleyemeyiz: Dünyada şu şu var, şu yok. Bu çünkü, görünürde, bazı olanakları dışarıda bırakabildigimizi varsayar, ve bu da öyle olamaz, çünkü o zaman mantığın, dünyanın sınırlarının ötesine geçmiş olması; yani, bu sınırlara öteki yandan da bakabiliyor olması gerekirdir; o zaman, düşünmediğimizi, söyleyemeyiz de.” (5.61)

Wittgenstein, Hegel ’in sınır diyalektiğinden kaçınıyor, çünkü Kant’ın aklın kullanımını eleştirel bir biçimde akla uygun bilgiyle sınırlandırmasını, yalnızca özeleştirisel bir kırılma içinde yineliyor:kendi aşkınsal felsefesinin dili artık evetleyici değil.

Mantığın aşkınsal olduğuna ilişkin temel ilkeyi. Wittgenstein şu tümceyle irdeliyor:“Mantık bir öğreti değil, dünyanın bir ayna tasarımıdır.” (6.13) Bu, mantığın. basit tümcelerin tekil olguları resmetmesi gibi, dünyayı bir bütün olarak resmeden bir tümceler sistemi olarak formüllendirilebileceği anlamına gelmez — bir öğreti özellikle değildir. Daha çok, mantıksal biçimdeki tümcelerin kullanılışı, dünyanın yapısını kendini konuşmada gösteren ama tümcelerle dile getirilemeyen, adeta verili bir şey olarak yansıtır. Geç dönem felsefesine bir ön hazırlık olan Philosophlschen Bemerkungen’de, bu dilsiz spekülasyon anlamında, mantıktan şöyle söz edilir: ‘Dünyanın özüne ait olan üzerinde konuşulamaz. Ve felsefe, bir şey söyleyebilecek olsaydı, dünyanın özünü betimlemesi gerekirdi. Ama dilin özü dünyanın özünün bir resmidir; ve gramerin yöneticisi olarak felsefe, gerçekten de dünyanın özünü kavrayabilir; ancak, dilin tümcelerinde değil, dil için konulmuş anlamsız işaret bağlantılarını dışlayan, kurallarda.”

Dil eleştirisi, dil ötesi tümcelerin anlamsızlığını kanıtlamakla, üzerinde konuşulmayanın, kendini pekala gösterdiğini, bilince çıkarır: “Söylenebilir olanı açıkça ortaya koymakla, söylenemez olanı imleyecektir. “(4.115) Wittgenstein, mistik geleneklerle uyum içinde, dil eleştirisi alıştırmasını, sesini çıkarmayanın, dünyanın üzerinde konuşulamaz özünü görmesini sağlayan egzersiz olarak öneriyor.

Wittgenstein, düşünsemenin, anlık adına dışlanmasını acımasız bir biçim de sürdürmek ve tümdengelimli serimlemenin zorlaması ile dolaysız görünün coşkusu arasında hiçbir orta bırakmamak için yeterince pozitivisttir. Ama ilk dönemindeki Wittgenstein da, pozitivist büyünün dışına, dilin mantığını olgular blokunun etrafına gerilmiş aşkınsal bir ağın mantığı olarak anladığı ölçüde çıkmıştır. Dil eleştirisinin araftaki çabalarının da, karşı koyduğu dil kadar metafizik, ve bununla birlikte hiç olmayan deneyimleri gösteren bir dilden yararlanmaları gerektiğine dikkat çekiyor. Dolaylı yoldan konuşan mistiğin bu kendini yadsıyan yöntemiyle, Wittgenstein aşkınsal felsefesel görüşü yineliyor: “Özne, dünyada değildir, dünyanın sınırlarından biridir.”(5.632)

Bu aşkınsal öznenin tekliği, evrensel dilin tekliğiyle parçalanır. Wittgenstein’ın Tractatus’da bilgikuramsal olarak temellendirdiği ve yöntembilgisel düzlemde bir tek bilim programına tercüme edilen programın, uygulanamaz olduğu görülmüştür. Dilsel anlatımların indirgeyici analizinin karşısına çıkan ilkesel zorlukları, burada bir kez daha saymam gerekmiyor. Bağımsız basit tümcelerden oluşan bir zemin bulunamaz; elbette ki, bir dilin basit bileşenleri de, ancak bir tümceler sisteminin parçaları olarak anlamlıdırlar. Doğruluk açısından işlevsellik talebi, yalnızca fizikselcilik pahasına yerine getirilebilir. Ama, yönelimsel önermelerin, onlara uyularak kapsamlı bir dile tercüme edilebildikleri kurallar verilemez. Sonunda, tek dilin resmetme işlevinin de metafizik bir kabul olduğu görülmüştür. Yalnızca, işaretlerin ve nesne durumlarının betimsel bir düzenlenişini geçerli kılan nominalist dil kavrayışı, dil kiplerinin indirgenemez çeşitliliğinin hakkını veremez. Tümcelerin gerçeklik üzerinde ayrıcalıklı bir uygulanma türü yoktur: “ ‘İşaretler, ‘sözcükler’, ‘tümceler’ dediğimiz her şeyin sayısız kullanım biçimi vardır. Ve bu çeşitlilik sabit, bir defalığına verilmiş bir şey değildir, tersine, dilin, dil oyunları diyebileceğimiz yeni tipleri ortaya çıkarlar, ve ötekiler eskirler ve unutulurlar [….] Dilin araçlarının ve onların kullanılış biçimlerinin çeşitliliğini, sözcük ve tümce türlerinin çeşitliliğini, mantıkçıların (ve Mantıksal Felsefi makalenin yazarının da) dilin yapısı üzerine söyledikleriyle karşılaştırmak ilginç olacaktır.”

Nominalizmin , tek geçerli betimsel karşılıklı konum biçimi olarak kabul ettirmek istediği adlandırma, üstelik türetilmiş bir kiptir:“Diyebiliriz ki: adlandırmadan sonra, ancak onunla bir şeye başlamak isteyenler anlamlı sorular sorabilir.” Kopyalama işlevi, dilin kendisiyle değişiklik gösteren, dilin temel uygulanma türlerini zaten varsayar: “Emir verme, sorma, anlatma, sohbet etme de yürüme, yeme, içme ve oynama kadar, bizim doğal tarihimize dahildir.”

Wittgenstein bir zamanlar ulaşmak istediği ideal dil, aşkınsal bir ‘genel olarak dil’den betimsel zorlaycılıkla ortaya çıkmaz. İncelmiş dilleri yine de, geleneksel kurallardan elde edebiliriz. Carnap , dil analizini böylelikle, bilim dillerinin bir kuruluşu biçiminde geliştirmiştir. Dil analizi sonra, yöntembilgisi için bir yardımcı bilim statüsüyle yetinir. Tractatus’un ulaştığı, düşünsemenin aşkınsal mantıksal düzleminden, bu arada artık hiçbir yol pozitivizme geri götürmez. Olası biçimselleştirilmiş dillerin hiyerarşisi de, gündelik dili, kaçınılmaz bir biçimde son üst dil olarak varsayar. Düşünseyen dil analizi, bu geride kalan tabakayı sahiplenir ve, Tractatus’un insanlar için olanaksız ilan ettiği şeye: dilin mantığı gündelik dilin kendisinden elde etmeye, çalışır. Philosophischen Bemerkungen’de şöyle denilir:Mantık, bizim dilimizi değil de ideal bir dili ele alsaydı, ne tuhaf olurdu. Çünkü bu ideal dil neyi dile getirecekti ki? Elbette, bizim şimdi, bildik dilimizde dilegetirdiklerimizi; o zaman mantık da bu dili incelemelidir. Ya da başka bir şeyi: ama bunun ne olduğunu ben nasıl bileyim? — Sahip olduğumuz bir şeyin mantıksal analizi, sahip olmadığımız bir şeyin değil. Demek ki o, oldukları gibi olan tümcelerin analizidir. (İnsan toplumu şimdiye dek, doğru bir tümce kurmadan konuşmuş olsaydı, tuhaf olurdu.)”

Dil analizi, ancak bu yön değiştirmeyle, anlayıcı bir sosyolojinin temellendirilmesi için önem kazanır.

2. Evrensel dilin tamamlanması, yöntembilgisel açıdan yalnızca ‘doğabilimlerinin tartışmalı alanının’ (4.113) sınırlanmasını içerirdi. Tractatus, bilimler açısından felsefeye, yalnızca araftaki, “Söylenebilir olandan, yani doğabilimi tümcelerinden —yani, felsefeyle hiçbir ilgisi olmayan bir şeyden— başka bir şey söylememek” (6.53) görevini vermişti. Dilin mantığı açısından elverişli önermelerin anlamı, doğa- bilimsel tümceler modeline göre belirleniyor; bu yüzden, anlamsızlı ğı elemiş olan dil analizi, doğa bilimleriyle olumsuz bir ilişki içinde kalıyor. Tractatus’un sonunda, bu düşünceyi bir kez daha irdeleyen, tuhaf bir düşünüş yer alıyor. Olası olguları aşan tümcelere izin verilmediği için, anlamlı bir biçimde, etik tümceleri olamaz: Tümceler hiçbir yüksek şeyi dilegetiremezler (6.42). Etik tümcelerin normatif bir anlamı vardır; bu normlar dünyada olgulara karşılık düşmezler. Postulatlar, eyleyen öznelerin istencine yönelirler; ama bu postulatlar iç dünyaya ait olanın özelliğini taşımazlar. Bu yüzden etik tümceler olsa olsa bütün olarak bir dünyayı karakterize edebilirler. Bir etik olsa bile, aşkınsaldır: “iyi ya da kötü isteme dünyayı değiştirecekse, dünyanın ancak sınırlarını değiştirebilir, olguları değil; dille sözü edilebilir olanı değil. Kısacası, bu yolla dünyanın o zaman tümüyle başka bir dünya olması gerekir. Sanki bütün olarak batması ya da çıkması gerekir. — Mutlunun dünyası, mutsuzunkinden başka bir dünyadır.” (6.43)

Varsayımsal düşünüşün önemi, etik tümceler örneğinde bir kez daha evrensel dilin ve böylelikle genel olarak anlamlı konuşmanın sınırlarına açıklık kazandırması gereken bir düşünce deneyimi olmasıdır. Etik tümceler normatif bir düzeni ortaya koyarlar. Yalnızca olgu önermelerine izin veren bir dilde bir anlamları olamaz. Aşkınsal düzlemde, etik olarak tasarlanmış düzene aynı zamanda gramatik olarak zorunlu bir düzenin bağlayıcılığı düşerse, etik tümcelere de bir anlam düşebilir. Resmetme bağlantısı dil ve gerçeklik ilişkisini bir ve son defa olmak üzere ontolojik olarak belirlediği sürece, bu düşünce saçmadır. Ancak bu önkoşul ortadan kalktığında, içinde dilin grameriyle birlikte aynı zamanda dilin gerçekliği uygulamasının da değişebileceği bir boyut belirginleşir. Dilin aşkınsallığı o zaman bir ölçüde etikleşir; gramer, benim dünyamın ilkesel olarak değişebilir sınırlarını kendisi belirleme gücünü kazanır.

Wittgenstein’ın tek düşüncesinden ve bu dilde kendini pozitivist bir biçimde kopyalayan olgular dünyası düşüncesinden vazgeçmesi gerektiğinde, bu düşünce deneyimi konusunda ciddiydi. Empirik diller çeşitli ve değişken dünya görüşlerini yine de aşkınsal bağlayıcı bir biçimde belirlediklerinde, dilsel olarak sabitlenmiş bir dünya, sadece kuramsal olan anlamını yitirir. Dilin mantığı ve gerçeklik ilişkisi pratikleşir. Gramatik olarak belirlenmiş dünya şimdi, içinde gerçekliğin yorumlanacağı ufuktur. Gerçekliği farklı yorumlamak, ayni bağlantı sisteminin içinde betimlenebilir olgulara değişik seçmeci yorumlar vermek demek değildir; gerçekliği farklı yorumlamak daha çok, değişik bağlantı sistemleri tasarımlamak demektir. Bu sistemler artık işaretlerin ve nesne durumların bağdaşıklığı kuramsal ölçütüne göre belirlenmezler. Bağlantı sistemlerinden her biri daha çok, işaretlerin nesne durumlarıyla verili bir ilişkisine örnek oluşturan pratik tutumları belirler: gramerlerin sayısı kadar ‘nesne durumları’ tipi vardır.

Gerçekliği farklı yorumlamak, bu dile aşkınsal düzlemde onları ‘yalnızca’ farklı yorumlamak da değildir, bu, gerçekliği değişik yaşam biçimlerine entegre etmek anlamına gelir. Wittgenstein’ın geç dönem felsefesinde doğabilimlerinin erksizleştirilmiş tekel dili, gerçekliği artık kuramsal olarak tek bir dünya görüşü çerçevesine değil, pratik bir biçimde değişik yaşama evrenlerine kapatan doğal dillerin çoğulcuğuna yer açar. Bu dil oyunlarının kuralları, hem dillerin hem de yaşama biçimlerinin gramerleridirler. Her etiğe ya da yaşama biçimine bir kendi mantığı, yani belirli ve indirgenemeyen bir dil oyununun grameri karşılık düşer. Etik tümceler şimdi de söylenemezler; ancak, şimdi, dil analiziyle saydam kılabileceğim gramerin kendisi etiktir: artık evrenin ve olguların tek dilinin mantığı değil, sosyal bir yaşama evreninin kurucu düzenidir.

Böylelikle pozitivist dil analizi ikinci aşamaya, sosyal dilbilimsel özdüşünseme aşamasına ulaşır. Dil eleştirisi, arı aklın eleştirisinden, pratik aklın eleştirisine geçişi gerçekleştirir. Dilin ve yaşama biçiminin özdeşleştirilmesiyle, pratik akıl evrenselleşir: doğa bilimlerinin dili de şimdi birçokları arasında bir dil oyununun yaşam pratiği çerçevesi içinde kurulur. Dil analizi, Tractatus’da iddia edebildiği bilim mantıksal önemini, bu düzlemde yitirir: artık doğa bilimlerinin tartışmalı alanını sınırlamaz. Buna karşılık sosyal bilimler için özel bir önem kazanır: sosyal eylemin alanını sınırlamakla kalmaz, onu belirler.

Evrensel dilin mantıksal aydınlatılışının, bilimsel araştırma için ancak, empirik bir dilin kurallarıyla, empirik anlamlı olası önermelerin alanını sınırlamaya yönelik öneğitimsel bir görevi olabilirdi. Buna karşılık, gündelik dilin mantıksal analizi, yaşama biçimlerinin gramerinde, sosyal bilimlerin nesne alanına kendisi girer. Felsefe “gramerin yöneticisi” olarak, yalnızca dolaylı bir biçimde de olsa, dünyanın özünü ele alır. Bu dünya eskiden doğanın dünyasıydı; dünyadaki olgular, doğa olaylarıydılar, yani doğa bilimlerinin konusuydular. Bu olaylar dünyanın içindekilerle ilintilidirler, ‘dünyanın özü’yle değil. Tractatus’dan vazgeçildikten sonra, dil analizi çok sayıda grameri ele alır; bu gramerlerde dünyaların özü yansır. Ama toplum böylesi yaşama evrenlerinden kuruluyorsa, bunların kendileri de, sosyolojinin ilişkili olması gereken ‘olgular’dır. Bu yüzden sosyal olguların statüsü doğa olaylarınınkinden farklıdır, ve sosyal bilimlerin statüsü de doğa bilimlerinkinden farklıdır. Dil analizi eskiden, genel olarak bilimle özdeşleştirilmiş olan doğa bilimleri için, yalnızca aşkınsal mantıksal ön koşulları aydınlatabilmiş ve aydınlatması gerekmişken; şimdi yapısı gereği, anlayıcı bir sosyolojiye benzer. İkisi de, sosyal yaşama evrenlerinin biçimleri olarak dil oyunlarının kurallarını analiz ederler.

Peter Winch, Wittgenstein’a dayanarak, anlayıcı sosyolojiyi dilbilimsel olarak temellendirmeye giriştiğinde, bağlantı noktası budur:“Epistemoloğun başlangıç noktasının sosyologunkinden çok farklı olduğu doğrudur, ama eğer Wittgenstein’ın argümanları sağlamsa, o (yani bir ‘yaşam formu’ kavramı) eninde sonunda kendisiyle ilgilenmek zorunda kalacaktır, bu da şu anlama gelir: sosyoloji ve epistemoloji arasındaki ilişkiler, normalde olduğu düşünülen durumdan farklı ve daha yakın olmalıdır. […] Sosyolojinin temel sorunu, genel olarak felsefeye ait olan sosyal görüngünün doğasının dökümünü vermektir. l...l sosyolojinin bu bölümü gerçekten yanlışlıkla epistemolojiye dahil edilmiştir. ‘Yanlışlıkla dahil edilmiş’ dedim, çünkü sorunları çoğunlukla yanlış ortaya konmuş ve bilimsel sorunun bir türü olarak yanlış yönlendirilmiştir.”’

Bir davranışın, örneğin terbiye edilmiş bir köpeğin etkiye uyarılmış bir davranışının, doğal yasalara göre içine yerleştirilebileceği nesnel kuralları, eyleyenlerin kendilerinin yöneldikleri kurallardan ayırabiliriz. Bu tipte, kuralın yönlendirdiği eylem her zaman iletişimsel eylemdir, çünkü kurallar tek bir kişi için kişisel kurallar olamazlar, tersine en azından iki öznenin paylaştıgı bir yaşama biçimi için öznelerarasında geçerli olmalıdırlar. Normlarla yönetilmiş bir eylem, doğa yasalarının belirlediği ve bunlara uygun olarak önceden bilinebilir bir eylemle aynı değildir. Bir norm çiğnenebilir, ama bir doga yasası ilkesel olarak çiğnenemez. Yönlendiren norm açısından, bir eylem hatalı ya da doğru olabilir; bir doğa yasası ise hatalı tahminlerle çürütülür. Şunu söylemek istiyorum: bir insanın eylemlerinin bir kuralın uygulanışı olup olmadığının sınanması, onun bunu formüle edebilip edemeyişi değil, ne yaptığıyla bağlantılı olarak şeyleri yapışının doğru ve yanlış yolu arasında ayrım yapmanın anlamlı olup olmayışıdır. Anlamlı olması durumunda, kıstası formüle etmeyişi, belki de edemeyişi durumunda bile yaptıklarıyla bir kıstası uyguladığını söylemek de anlamlı olmalıdır.”

Bir kıstasın uygulanması, salt aynı davranışın (ya da işaretin) benzer koşullarda yeniden üretilmesini değil, bir kurala göre yeni davranış biçimlerinin üretilmesini de gerektirir: biz salt yineleyici değil, sentezleyici davranırız. “Yalnızca geçmiş bir örnek yeni bir tür vakaya uygulanmak zorunda kalındığında, kuralın önemi ve doğası görünür olur. Mahkeme, örnek kararın ne içerdiğini ve sorunun, kararın, özbilinç olmasa da, bir kuralın uygulanışı olarak ele alınabileceği bağlam dışında anlam içermedigini sormak zorundadır. Başka yerler-de kurallar bu kadar açık olmasa da, yasanın ötesinde, insan etkinliğinin diğer biçimlerinin doğruluğu da aynıdır. Yalnızca insan etkinlikleri, bizim şu anki davranışımıza ilişkin olarak geçmiş deneyimlerden bahsedebildiğimiz kuralları örneklediği için bu böyledir. Sorun yalnızca bir alışkanlıklar sorunu olsaydı, o zaman şu anki davranışımızm geçmişteki davranış tarzımızdan kesinlikle etkilenmesi gerekirdi: ama bazen rastlantısal etkiler de söz konusu olabilmekte. Bir köpek, geçmişte olanlardan dolayı şimdi N’in emirlerine belli tarzlarda yanıt verir; bana 100’den sonraki doğal sayılar dizisini sürdürmem söylense, geçmiş eğitimimden dolayı belli bir tarzda devam ederim. Bununla birlikte ‘dolayı’ sözcüğü her iki durumda farklı kullanılmıştır: köpek belli bir tarzda tepki vermeye koşullanmıştır, oysa ben, bana ögretilenler temelinde sürdürmemin doğru tarz olduğunu biliyorum.

Elbette, gözlemlenebilir davranış sıralarının bir ardarda sıralanışına bir kuralı salt isnat etmek yeterli değildir. Ancak, davranış serisini, eyleyenin yerine, çelişkiye düşmeden sürdürebildiğimizde, kurala uygun bir davranışı tanıladığımızdan emin olabiliriz. Geçerli bir kurala gerçekten rastlayıp rastlamadığımızı ancak katılanların tepkilerinden anlayabiliriz. ‘Bir kurala uyma’ kavramı, kuralların geçerliliğinin öznelerarasılığını içerir. Bu yüzden, kuralla yönlendirilen eylemin denetimi yalnızca öznelerarasılık düzleminde olanaklıdır: “Söz konusu davranışları kurala uyma kategorisi için aday olan birisinin yalnızca eylemlerinin değil, diğer insanların onun yaptıklarına tepkilerinin de gözönünde bulundurulması gerektiği önerilebilir.

Daha da özelleştirirsek, yalnızca, başka birisinin, benim uyduğum kuralı ilke- sel olarak keşfedebileceğinin varsayılmasının anlamlı olduğu bir durumda, benim, bir kurala tamamen uyduğum çok açık olarak söylenebilir.”

Winch, dilbilimsel yaklaşımdan. görüngübilimin sonuçlarıyla büyük ölçüde örtüşen yöntembilgisel sonuçlar çıkarıyor. Eylemler, dilsel olarak sağlanan etkileşimlerin bağlamlarında, gözlemlenebilir davranış biçimlerinde öznelerarası geçerli bir anlam ‘cisimlenmiş’ olmak üzere kurulurlar. Bu yüzden anlayıcı bir sosyoloji, esas olarak dil analizi işlemleri yapar: eylemi yöneten normları, gündelik dildeki iletişimin kurallarından kavrar. Kuram oluşumunun, yine, eyleyen öznelerin özanlayışına bağlı olmasının nedeni de budur. Winch de Schütz gibi, doğa bilimleri ve sosyal bilimler arasındaki mantıksal ayrımı vurguluyor. “Mill’in görüşü sosyal bir kuruluşun katılımcılarının davranışında gözlemlenen düzenliliklerden ve bu düzenliliklerin genelleştirmeler biçiminde ifade edilmesinden ibaret olduğunun anlaşılmasıdır. Şimdi eğer sosyolojik araştırmacının (geniş anlamda) konumu, ana mantıksal hatlarıyla doga bilimcininkiyle karşılaştırmalı olarak ele alınabilirse şunlar söz konusu olabilir. Sosyologun yargısına göre aynı şeyin olduğu ya da aynı eylemin yapıldığı iki duruma göre kavramlar ve kıstas, sosyolojik araştırmayı yönlendiren kurallarla baglantılı olarak anlaşılabilir. Ama bu noktada, karşımıza bir güçlük çıkar: doğa bilimci yakasında yalnızca bilim adamının araştırmasının kendisini yönlendiren bir dizi kuralı gözetmek zorunda kalacaktık; oysa burada, sosyologun çalışma yaptığı alanda bir insan etkinliği ve bunun kurallara uygun sürdürülmesi söz konusudur. Ve bu kurallar sosyologun araştırmasını yönlendirmekten çok, etkinliğin türüne bağlı olarak ‘aynı tür şey’ kabul edilmesi için ne olması gerektiğini belirler.”

Winch’te, sosyolojide araştırmacının nesne alanıyla ilişkisinin, doğabilimcinin yöntembilgisel olarak yalnızca araştırma sürecine katılan öteki kişilerle iletişim kurduğu zaman girdiği, öznelerarasılık düzleminde kurulması gerektiğine de yeniden işaret edilmektedir.’ Winch, alçak sesle radikal düşünüyor: sosyolojiyi özel dil analizi içinde eritiyor. Ve buradaki idealizmi gizlemiyor. İnsanlar, konuştukları gibi eylerler; bu yüzden toplumsal ilişkiler, tümceler arasındaki ilişkilerle aynı türdendirler: “Eğer insanlar arasındaki sosyal ilişkiler yalnızca düşünceler içinde ve düşünceler aracılığıyla gerçekleşiyorsa, o zaman, düşünceler arasındaki ilişkiler içsel ilişkiler oldukları için, sosyal ilişkiler de içsel ilişkiler olmalıdırlar.” Ne var ki bu içsel ilişkiler yalnızca işaret sistemlerinin simgesel bağlamları değillerdir. Biçimsel dillerde yeniden kurabildiğimiz şey, zaten bir soyutlamadır, bu soyutlama tam da, simgesel bağlamlar olarak dillerin aynı zaman da empirik bağlamları serimlediklerini görmezden gelir. Gramer kuralları her zaman, kurulan iletişimlerin de kurallarıdırlar, ve bu iletişimler yalnızca yaşam, biçimlerinin sosyal bağlamında gerçekleşirler. Bu yüzden, anlayıcı bir sosyolojinin dil analiziyle temellendirilmesinin merkezinde dil oyununun ve yaşama biçiminin bağlantısı vardır .

Gerçi, yerleşmiş dil oyunları çerçevesindeki simgesel ilişkilerin aynı zamanda toplumsal etkileşimlerin nesnel ilişkileri oldukları iddiası nın temellendirilmesi gerekir. Winch, dilsel iletişimin, mantıksal ne denlerle sosyal eyleme gönderme yaptığını gösterebilmelidir. Dil ile praksisin bağlantısı, pragmatik dil analizinin rol sistemleri içindeki iletişimsel eylemde bulduğu bağlantının aynısıdır. Ama dilbilimsel felsefe karşıt yolu izler. Mead’in dil pragmatizmi gibi, genetik bir bakışla, organik uyum saglama davranışlarından yola çıkmaz, tersine, dilin toplumsal kurumlara yerleştirilmesini mantıksal olarak türetmeye çalışır. Winch’in analizi, bir imlemin nasıl tanılanabileceği sorusu üzerinden, kıstasların uygulanması sorunsalına götürür ve Wittgenstein’ın kuralla yönlendirilen davranış kavramıyla sonuçlanır. Bu arada, dilbilimsel kuralların geçerliliginin öznelerarasılığı hakkında, daha öteye götürmez; gramerin ve yaşama biçiminin bağlantısını eskisi gibi karanlıkta bırakır. Winch, bu birleşikliğin üzerinde gerçi anlaşılır bir biçimde durmamış olan Wittgenstein’dan daha iyi bir ipucu alabilirdi.

3. Wittgenstein dil oyunlarını dil ve pratiğin bir birleşikligi olarak kavrıyor. İlkel bir dil kullanımını, bu birleşiklığin bir bölümünün sözcükleri çağırıp, diger bölümünün de onlara göre eylemesi biçiminde anlıyor: “Çocuklar şu etkinlikleri yapmak, bu sırada şu sözcükleri kullanmak ve öteki kişilerin sözlerine şöyle tepki göstermek üzere eğitilirler.” (Phil. U. 6) Dil oyunu modeli, dili iletişimsel eylemle ilintilendirir: simgelerin kullanılması, davranış beklentilerine tepki verme ve buna eşlik eden, beklentilerin yerine getirilmesi hakkındaki görüş birliği, buna dahildir, bu görüş birliği bozulduğunda, eksik anlamanın düzeltilmesini gerektirir. Aksi durumda, etkileşim ke silir ve bozulur. Sonra dil artık işlemez olur. Wittgenstein bunu şöyle tanımlıyor: “ben tümüne: dile ve dille iç içe geçmiş olan etkinlikle re, dil oyunu diyeceğim.” (PhiL U. 7) Eger Wittgenstein, yüzeysel ya da önyargılı incelemecilere ara sıra göründüğü gibi, bir pragmacı olsaydı, dili ve praksisi baglayan dokuma ipliğini, dili anlamanm koşullarından mantıksal olarak türetmez, davranışın ve işaretleri kullanmanın bağlantısından empirik olarak türetirdi.

Wittgenstein her zaman, pragmacılıkla görünürde bir uyuşma içinde, bir dilin kullanılma biçimlerine göre incelenmesini ve sözcük imlemlerinin tümcelerin işleyişinden türetilmesini ister; ama Wittgenstein’ın düşündüğü işlev bağlamı, içinde simgelerin ve etkinliklerin her zaman zaten, tüm katılanların bir görüş birliğiyle, karşılıklı başarı denetimi altında birbirlerine bağlı oldukları bir dil oyunudur. Dilin ve pratiğin içsel bağı, mantıksal olarak, anlamı anlamanın özgün bir içermesinde gösterilebilir. Bir dili ‘anlamak’ için, o dile ‘hakim’ olmalıyız. O zaman anlamak: üzerinde çalışılmış ve öğrenilmiş bir şeyi anlamak, onu yapabilmek ya da ona hakim olmak demektir. “Açık ki, ‘bilme’ sözcüğünün grameri ‘yapabilme’, ‘yetebilme’ sözcüklerinin grameriyle yakın akrabalık içindedir. Ama ‘anlama’ sözcüğünün grameriyle de yakın akrabalık içindedir. (Bir teknige ‘hakim olma’).” (PhiI. U. 150) Dili anlama ve dili konuşabilme, insanın beceriler edindiğine, etkinliklerin yapılmasını öğrendiğine işaret eder. El bette, yinelenmiş olan ‘bir tekniğe hakim olma’ anlatımı yanıltıcıdır, çünkü Wittgenstein bu bağlamda araçsal eylemi değil, daha çok dil kurallarının. tekniklerini, yani iletişimsel eylemin kurallarını düşünmektedir. Her durumda, dili anlama, görmezden gelinemeyecek bir biçimde, pratik bir anlam içerir. Wittgenstein bunun ayırdına çok erkenden varır “Dikkat çekici bir biçimde, dili anlama sorunsalı, isteme sorunsalıyla ilgilidir. Bir emri, onu yerine getirmeden önce anlamanın, bir eylemi yapmadan Önce onu istemekle bir akrabalığı vardır.” (PhU. Bern. 13)

Anlama, kendi açılarından öğrenme süreçlerini gerektiren eylemlerin gücül olarak öncelenmeleriyle ilgilidir. Dili anlamak eyleyebilmeye işaret eder, burada elbette bu iletişimsel eylemin kendisi de simgeselleştirilmiş davranış beklentisiyle bağlantılıdır: dil ve eyleme aynı dil oyunu modelinin momentleridirler.

Iki moment arasındaki bağlantı, anlamı anlamanın bağlı olduğu öğrenme süreçlerinin türünde belirginleşir: anlamak demek, pratik olarak bir şeyi anlamayı öğrenmiş olmak demektir. Dili anlamın ufkunda, simgelerin ‘arı’ kavranışı diye bir şey yoktur. Ancak, monologsal olarak, yani hesaplar biçiminde kurulmuş olan, biçimselleştirilmiş diller, pratik öğrenme süreçleri görmezden gelinerek, soyut bir biçimde anlaşılabilirler. Çünkü hesap dillerinin anlaşılması, işaret sıralanışlarının biçimsel kurallara göre yeniden üretilmesini gerektirir, araçların monologsal olarak kullanılmasına kimi açılardan benzeyen, işaretlerle tek başına yapılan bir işlemdir bu. Gündelik dilin anlaşılmasının özgün yönü, tam da bir iletişimin anlaşılmasıdır. Burada işaretleri perse olarak kullanmayız, tersine karşılıklı davranış beklentilerini izleriz. İçinde konuşmayı öğrendiğim süreçler, bu yüzden bir eylemi öğrenmeyi içerirler. Bu süreçlerde, normların içselleştirildiği tüm süreçler gibi, bir parça bastırma vardır. Wittgenstein terbiye etmekten söz ediyor: “dilin öğretilmesi, açıklamak değil, terbiye etmektir.” (Phil. U. 6) Dilin, içkin anlamı gereği pratiğe bağlı oluşu, dil öğrenme süreçlerindeki bu şiddet momentinde öne çıkar — yeter ki, dili anlama ve dili öğrenme arasında, simgelenen anlamın kavranılmasıyla simgelerin doğru kullanımı için terbiye etme arasında mantıksal bir bağlantı gerçekten var olsun.

Tractatus’u izleyerek, gelenekten öğrenilmiş tümceleri, analiz edilmemiş dilegetirimler olarak ele alabiliriz. Üzerinde konuşulabilen her şey hakkında, tam bir açıklıkla konuşulabilir. Bu koşullarda, dili anlama, indirgeyici dil analiziyle, yani evrensel dildeki önermelere çevirmeyle sınırlanırdı. İdeal dilin kendisiyle ilişki yalnızca onun gramerinin anlaşılmasına bağlıdır. Bu gramer izin verilen işaret işlemleri için üstdilsel göndermeler halinde verilebilirdi. Ancak, Wittgenstein da, bir üstdilin olanaklılığının koşullarından kuşkulandı. Bu yüzden, dil analizinin kullandığı, dilin betimsel geçerliliğini geri aldı; ama, gramer kurallarını apaçık kılacağından emin olarak, bu mecazi üstdilin uyandırıcı gücüne güvendi. Şimdi bu sorunu bir kenara bırakıyoruz. Belirleyici olan, ideal dilin gramer kurallarının, genel olarak bir ‘arı’ simgesel bağlamlar düzleminde anlaşılır olmaları gerektiğidir: Wittgenstein’ın o zamanlar kabul ettiği gibi sezgisel olarak ulaşılır olan, bu sözdizimi ister adeta görüngübilimsel bir biçimde kendini ‘göstersin’; isterse de Carnap’ın daha sonra önerdiği gibi, işlemsel olarak üretilsin ve bu yüzden yine bütünüyle saydam olsun. İndirgeyici dil analizi biçiminde dili anlama, hiçbir biçimde pratik bir anlam içermez.

Ama, tek dile ait bağlantı sisteminden vazgeçilmek zorunda olunduğunda, tam da bu içerme mantıksal olarak kaçınılmazlaşır. Bağlayıcı bir ideal dil olmadan, dili anlama artık indirgeme yoluyla ikame edilemez. Dil biçimlerimizin son analizi gibi bir şey artık var olamaz. Dile getirimleri, her şeye karşın formüle etme çabasının, pozitivist bir yanlış anlama olduğu görülür: “Tam olmayan, aslında bir aşağılamadır, ve ‘tam’ bir övgüdür. Ve bu demektir ki, tam olmayan, hedefine, tam olan kadar ulaşamamıştır. Bu da, bizim neyi ‘hedef’ diye adlandırdığımıza bağlıdır. Güneşin bizden uzaklığını 1 m. yaklaşıklıkla vermem, tam değilmidir; ve marangozun, masanın enini 0,00 1 mm yaklaşıklıkla vermesi, tam değil midir? Bir tamlık ideali öngörülmüş değildir: bununla neyi tasarımlayacağımızı bilmeyiz — meğer ki, neyin böyle adlandırılması gerektiğini sen kendin belirlemeyesin.” (Phil. U. 88)

Tamlık güvenceleyen bir evrensel dili keşfetmek ya da onun yerine biçimsel diller kurmak söz konusu olamaz: “Bir yandan açıktır ki […] belirsiz tümcelerimiz, henüz bütünüyle kusursuz anlamları yokmuş ve kusursuz bir dili önce bizim kurmamız gerekiyormuş gibi, bir ideale ulaşmaya çalışamayız. Öte yandan, anlamın olduğu yer de kusursuz bir düzenin olması gerektiği açık görünüyor. Yani, en müphem tümcede bile kusursuz düzen yeralmalıdır.” (Phil. U. 98) Dili anlamak o zaman doğal dile içkin bu düzeni analiz etmek anlamına gelir. Bu düzen açıkça gramer kurallarından oluşur. Ama bu sözdizimine artık, tek dilin grameriyle aynı düzlemde ulaşılabilir, yani ‘anlaşılabilir’ değildir: gündelik dili, gündelik dil olarak bozmadan, biçimselleştiremeyiz ve sonra üstdilsel olarak tanımlayamayız. Bizi sezgisel anlamanın eşiğine götüren bir mecazi üstdile de güvenemeyiz; çünkü bu ancak bir bütün olarak insan türü öznesine atfedilen, aşkınsal bir ‘genel olarak dil’ açısından inandırıcıdır.

Dil analizi şimdi bir üstdilden iki biçimde de yoksun bırakılmıştır; düşünsemeli dil kullanımına geri döner ve gelenekten öğrenilmiş bir dili, ancak o dilin kendi dilegetirimleriyle analiz edebilir. Dili anlama o zaman bir kısır döngüye girmiş olur: baglamı zaten her zaman anlamış olmalıdır. Düşünsemeci dil analizine, indirgemeci dil analizinin yolu kapanmıştır. Belirsiz bir dilegetirimi analiz etmek artık, onu yeniden biçimlendirmek ve daha net bir dilde yeniden kurmak anlamına gelemez. Önceleri, gelenekten öğrenilmiş dil biçimleri ile bütünüyle saydam bir dil arasında varmış gibi görünen mantıksal olarak uygun bağ, kopmuştur. Şimdi her dil, saydamlaştırılması gereken kendi düzenini, doğal gramer olarak içinde barındırır. Bu gramerler yalnızca ‘içerden’, yani, yine bu gramerlerin uygulanmasıyla aydınlatılabilirler. Tam da bu döngü, mantıksal bir zorlayıcılıkla, dilin praksisle ilişkisine gönderme yapıyor. Çünkü, bu koşullarda, gramer kuralları ve semantik imlemler nasıl açıklığa kavuşturulabilirler? Simgelerin kullanımlarının olası durumlarını tasarlamamız sayesinde:“Düşün ki, dili sana tümüyle yabancı olan, bilmedigin bir ülkeye araştırmacı olarak geldin. Hangi koşullarda, oradaki insanların (örneğin) emirler verdiklerini, emirleri anladıklarını, yerine getirdikleri ni, emirlere karşı koyduklannı vb., söyleyebilirsin? Ortak insani ey lem biçimi, onun aracılığıyla ya1 dilimizi yorumladığımız bağlantı sistemidir.” (Phil. U. 206)

Elbette, davranış biçimlerini gözlemlemek yeterli değildir. Dilini bilmedigi bir ülkeye gelen bir arıtropolog, gözlemledigi etkileşimlere, kendi dilsel önanlaması temelinde bir kural atfeder; bu tahmini ancak, bu kurala göre davrandığında, kuralın işleyip işlemediğini görmek için, gözlemlediği iletişime en azından gücül olarak katılarak, sınayabilir. Yapılan kabulün uygunluğunun kıstası, önceden alışılmış bir iletişime başarılı bir biçimde katılmaktır: etkileşimlerin bozulmayacagı bir biçimde eyleyebilirsem, kuralı anladım demektir. Bundan ancak iletişimin içinde emin olabilirim: “Doğru ve yanlış olan, insanların ne söyledikleridir; ve insanlar dilde uzlaşırlar. Bu göruşlerin değil, yaşam biçimlerinin bir uzlaşmasıdır.” (Phil. IL 241)

Birlikte eyleyenlerin sessiz görüş birliğinde onaylanması gereken doğruluk, simgelerin ve etkinliklerin bir birleşiminin ‘işlemesine’, öncelikle yalnızca görüşleri değil, bir yaşama biçimini de organize eden kurallara ‘hakim olmaya’ bağlıdır. Dilsel kuralları açıklığa kavuşturma çabası, beni, içkin bir zorlayıcılıkla bir yaşam praksisinin temeline götürür. Belirsiz bir dilegetirimi, kullanıldığı olası durumları üzerinde düşünerek analiz ederiz. Olası kullanılma durumlarını anımsamamız gerekir, onları basitçe yansıtamayız. Son kertede bu anımsama bizi, söz konusu dilegetirimi öğrenmiş olduğumuz duruma geri götürür. Dil analizi bir anlamda, öğrenme durumunu yineler. Bir dilegetirimi anlaşılır kılmak için, eğitim türünü, alıştırma süreci ni, yeniden bilince çıkarır: “Bu zorluk karşısında her zaman şu soruyu sor kendine: Bu sözcüğün imlemini biz nasıl öğrendik? Hangi örneklerde; hangi dil oyunlarıyla?” (Phil. 13. 77)

Dili anlamanın mantıksal analizi, gündelik bir dilin gramer kurallarından yalnızca, kendimizin bu kuralları ögrenirken yaptığımız alıştırmaları anımsamak yoluyla emin olabileceğimizi gösteriyor. Dili anlama, bir sosyalleşme sürecinin gücül olarak yinelenmesidir. Bu yüzden Wittgenstein ‘dil oyunu’ terimini, dili öğrenme süreçleriyle ilişkili olarak kullanıyor: “Sözcükleri kullanma sürecinin, çocukların ana dillerini ögrenirken oynadıkları oyunların süreci olduğunu da düşünebiliriz. Bu oyunlara dil oyunları diyeceğim.” (PhiI. 13. 7)

Dil oyunlarında, simgesel geçerlilik, mantıksal açıdan, anlamın doğuşundan ayrılamaz. Gelenekten öğrenilmiş. bir dil biçiminin ‘kusursuz düzenini’ belirleyen gramer kurallarının özgün bir statüsü vardır: bu kurallar artık simgelerin birbirine bağlanması için üstdilsel kurallar degil, dil eğitimi için didaktik kurallardırlar. Tam olarak söylenirse, dil oyunlarının grameri, çocukların belirli bir kültüre alıştırıldıkları kuralları içerirler. Gündelik dil, son üstdil olduğu için, içinde öğrenilebilecegi boyutu da içerir; bu yüzden bu dil, ‘salt’ dil değil, aynı zamanda praksistir. Bu bağlantı mantıksal olarak zorunludur, yoksa, gündelik diller sıkı sıkıya sürgülenmiş olurlardı; gelenekten öğrenilemezlerdi. Bu bağlantı, dili anlamanın içermelerin de, mantıksal olarak kanıtlanabilir. Ama gramer kuralları sadece simgelerin baglantısı degil, aynı zamanda, bu bağlantı aracılığıyla ögrenilebilen etkileşimleri de gösteriyorlarsa, o zaman, böyle bir sözdizimi” içiçe oldugu diller ve etkinlikler bütünüyle” ilişkili olmalıdır: — bir dili tasarımlamak demek, bir yaşam biçimini tasarımlamak demektir. (Phil. U. 19)

4. Winch, dil oyunu ve yaşama biçimi bağlantısını, dili anlamanın bu mantıksal yoluyla kanıtlamaktan kaçındı. Yoksa, dil analizini kullanarak çalışan bir sosyolojinin olanaklılığının koşullarını kendisi düşünsemek zorunda kalacaktı: çünkü dil analizi, dili anlamanın yal nızca belirgin bir biçimidir.

Her önerme yalnızca kendi dil oyununun bağlamı içinde anlamlıysa, ama öte yandan dil analizi monadsal dil oyunlarını, aile benzerliklerini ölçüp biçerek saydamlaştırıyorsa, o zaman, bu analizin hangi dil oyunundan yararlandığı sorulur. Wittgenstein bile dil analizinin üstdil oyunu sorusunu tutarlı bir biçimde yanıtlayamamıştır. Ama Wittgenstein’ın bu soruyu yanıtlaması gerekmez, bu soruyu reddedebilir. Bu yüzden, bu soru ancak, dil analizine ne zaman betimsel bir değer biçeriz, biçiminde sorulabilir. Wittgenstein’a dil analizinin ancak terapisel bir değeri vardır: dil analizi bir öğreti değil, bir etkinliktir. Dil analizinin ‘sonuçları’ aslına bakılırsa, söylenemezler, ancak gerçekleştirilebilirler; yani her defasında belirli bir dil oyununun işlemesine ya da boşa çıkmasına yarayan yardımlar olarak kullanılabilirler. Wittgenstein’ın Tractatus’u bitirdiği özgün tümceleri geri alması, Philosophische Untersuchungen için de geçerlidir. Winch bu çıkışa aldırmamaktadır. Dil analizini dil oyunlarının aşkınsal zihniyette bir etnografisi için, kendi kavrayışıyla, anlayıcı bir sosyoloji için öneriyorsa, tercüme etme sorununu ortaya koyması gerekir.

Winch, kuramsal bir istemde bulunuyor. Yani, içinde, bir dil oyununun gramerini, bir yaşama evreninin yapısı olarak betim1eyebiğim bir üstdili olanaklı görüyor. Uydurulmuş dil oyunlarının doğmatiği, kesin içkin bir yorumlama gerektiriyorsa ve değişik dil oyunlarının gramerlerini genel bir kurallar sistemine dayandırmayı dışlıyorsa,bu dil nasıl olan olabilir? Linch, soruşturmasının başına, Lessing’in Anti-Goeze’sinden aldığı bir ilkeyi koyuyor: “Ahlaki eylemlerin, çok değişik zamanlarda, çok değişik halklarda görülseler bile, kendi başlarına incelendiklerinde her zaman aynı kalmaları doğruysa, bu yüzden aynı eylemlere her zaman aynı adlar verilmiş değildir, ve onlara, kendi zamanlarında, kendi halkiarında verildiğinden başka bir ad vermek doğru değildir.”

Bu tümcede, bir sonraki yüzyılın tarihselciliği öncelenmiştir. Winch, Dilthey ’in bir dilbilimsel versiyonunu tasarlıyor görünmektedir. Dil analizcisi, muallaktaki bir konumdan, kendisi dil analizinin yükümlü tutulduğu özgün bir dil oyununun dogmatiğine bağlı kalmaksızın, etkinlikte bulunarak, gelişigüzel dil oyunlarının gramerinin içine girebilir. Winch, Schütz gibi naif bir biçimde, arı kuramın olanaklılığına güveniyor. Bu görüngübilimci de, eyleyen öznelerin yaşama evrenlerinin ona uyularak benmerkezci olarak kuruldukları yorumlama şemasına dayanıyor; kendisi ise sosyal bir çevreden kopmuştur. Çevreye bağlı, eyleme katılan biri perspektifinden, sosyal bir ortamın gözlemcisi perspektifine geçilen tutum değişikliği de bilimden önce yapılmıştır; bu yüzden bu tutum değişikliği Schütz için asla sorunlu olmamıştır. Elbette, Wittgenstein iletişimsel deneyimin koşullarını böyle etkileyici bir biçimde analiz ettikten sonra, dil bilimci bu masumiyeti artık paylaşamazdı.

Dil analizini betimsel bir niyetle yapar ve terapisel kendini sınırlamadan vazgeçersek, dil oyunlarının monadsal yapısı delinmek ve dil oyunlarının çoğulculuğunun içinde kurulduğu bağlam düşünsemek zorundadır. O zaman analizcinin dili de uzun süre her durumda ki nesne diliyle basitçe örtüşemez. Iki dil sistemi arasında, analiz edilen dil oyunlarının kendi aralarında oldugu gibi bir tercüme gerçekleşmelidir. Wittgenstein bu görevi,. benzerliklerin ya da aile benzerliklerinin bir analizi olarak belirliyor. Dil analizi ortak olanı görmeli ve ayrımları farklılaştırmalıdır. Ama bu iş artık terapisel bir işe bükülmeyecekse, karşılaştırmanın sistematik bakış açılarını gerektirir:karşılaştıran yorumcu rolündeki dil analizcisi, genel olarak bir dil oyunu kavramını ve çeşitli dillerin yakınsadıkları somut bir önanlamayı her zaman önceden varsaymalıdır. Yorumcu çeşitli sosyalleşme modelleri arasında iletimi sağlar; aynı zamanda bu tercüme sırasında, kendisinin içinde sosyal modele dayanır. Düşünsemeli dil analizi aslında, çeşitli dil oyunları arasında bir iletişim gerçekleştirir; kültürü ve dili yabancı bir ülkedeki antropolog örneğinin seçilmesi bir raslantı degildir. Wittgenstein, burada yalnızca bir sosyalleşmenin başka yaşam biçimleri içindeki gücül yinelenmesini görünür kılmakla, yeterince analiz yapmamış olmaktadır. Yabancı bir kültür için de bulunmak yalnızca, bu kültürle kendi kültürü arasında bir tercümenin başarılı olması ölçüsünde olanaklıdır.

Böylelikle, Wittgenstein’ın içine adım atmadığı, yorumbilgisinin alanı açılmaktadır. Winch, dil analizinin ve özel bir dil analizi olarak temellendirmek istediği anlayıcı sosyolojinin yorumbilgisel özdüşünsemesinden ancak bir koşulla; kuram için, gelişigüzel gündelik dillerin gramerlerinin ona tercüme edilebildikleri bir üstdil bulsaydı, kaçınabilirdi. O zaman her bir ilksel dilin analizcinin diline çevirilmesi ve böylelikle analiz edilen dillerin birbirlerine çevrilmeleri biçimselleştirilmiş ve genel dönüştürme kurallarına göre yapılmış olurdu.Son üstdil olarak gündelik dilin düşünsemeli oluşunun, bizi içine soktuğu kısır döngu kırılmış olurdu Dil analizi artık dil oyunlarının pratiğine bağlı kalmazdı kuramsal yaklaşımda yorumbılgısıne gerek duyulmadan sosyolojı ıçın de verimlı hale getirilebilirdi.

Fodor ve Katz, Chomsky ’nin çalışmalarına dayanarak, dilin üst kuramı için bir program geliştirdiler.’ Öncelikle, burada yalnızca, gerçi Wittgenstein’ın bir bütünsel dil programından daha az iddialı olmayan bir düşüncenin açındırılması söz konusudur. Yeni pozitivizmin evrensel dili, empirik olarak anlamlı önermelerin biçimsel koşullarını bir gramerin bağlayıcılığıyla gösteren bir dil sistemi serimleme iddiasındayken Fodor ve Katz, gerçek dil davranışını, dilbilimsel kurallarla ilişki içinde açıklayan deneyim bılımsel bır kuram tasarlamaktadırlar. Dönüştürme grameri gündelik dille bağlantılı her gramerden bağımsız. olmalıdır; dönüştürme grameri, bir evrensel dil anlamında değil, bir evrensel gramer anlamında genel bir sistemdir. Gelenekten öğrenilmiş dillerden biriyle anlaşma sağlandığında iyi bilinen tüm sözdizimi ve semantik kurallarının betimlenişleri, bu kuramdan türetilebilmelidirler. Dilbilimsel kurallar sentez kurallarıdır:bu kuralları içselleştirmiş olan bir kişiye, belirsiz bir sayıdaki tüm ‘ anlamaya ve kendisi de üretmeye yetkin kılarlar. Anladığımız ve kurduğumuz tümceler sadece işittiğimiz ve öğrendiğimiz tümceler değildir daha önce hiç duymadığımız tümceleri de anlar ve kurarız yeter ki öğrendiğimiz kurallara göre biçimlendirilmiş olsunlar. Bu tür üretici kuralların betimlenişleri, nesnelerini gramerler ya da kuramlar oluşturduğu için, dilin bir üst kuramı olarak adlandırılabilecek bir kuramın nesne alanını oluştururlar: “Dilbilimsel kuram, doğal dilin dilbilimsel betimlenişlerinin özelliklerini ele alan bir üstkuram dır. Dilbilimsel kuram, özellikle, bu betimlenişlerin ortak yönlerinin ne olduklarıyla — dilbilimsel betimleyişin tümelleriyle, ilgilenir.’Elbette, Fodor ve Katz, sonra kuram dilinin, açıklanışlarına yarayacağı dil oyunlarının tikelciliğinden sistematik olarak bağımsız olduğunu varsaymak zorundadırlar. Bu kabul tartışılmaz.

Fodor ve Katz sadece, gelenekten öğrenilmiş bir dilden bağımsız olarak, yani arı kuramsal önermeler olası her gündelik dil için, betimleyici açıdan uygun bir gramer türetmeye izin veren genel bir dilbiliminin, kurucu ve terapisel dil analizinin butünleyici zorluklarından kaçınabileceğini gösteriyorlar: “Gündelik dil ve pozitivist yaklaşımlar dilin doğasının ve incelenişinin uyuşmaz kavramlarını sunar.

Pozitivistler doğal bir dilin yapısının, mantıksal bir sisteminki gibi aydınlatıcı olduğunu iddia ederler ve doğal dillerin mantıksal sistemlerin kurulmasıyla incelenebileceğini savunurlar. Gündelik dil filozofları mantıksal bir sistemin, doğal bir dilin zenginliğine ve karmaşıklığına ulaşabileceğini yadsırlar. Dil, diye iddia ederler, aşırı karmaşık bir sosyal davranış formudur ve tikel sözcükler ve ifadelerin ayrıntılı çözümlemeleri aracılığıyla incelenmesi gerekir. Bu şekil de pozitivistler, tam da doğal dil filozoflarının en çok kullanım olguları üzerinde durduğu noktada, rasyonel yeniden kurma ya da yeniden formüle etme gereksinimi üzerinde durma eğilimi gösterirler.” Ve daha ilerde: “Pozitivistler ve gündelik dil filozofları arasındaki uyuşmazlıklar, çeşitli noktalardaki vurgu farklılıklarını gölgeler. Pozitivistler esas olarak tümcelerin çözümlenmesi ve çıkarsama ilişkileriyle ilgilenirlerken, gündelik dil filozofları kendilerini daha çok sözcüklerin kullanımının incelenmesine verme eğilimindedirler. Bu fark, basit bir araştırma önceliklerine ilişkin bir uyuşmazlığı temsil etmez. Daha çok, gündelik dil filozofunun, pozitivistin bilimin dilinin mantıksal sözdiziminin yapısıyla ilgilenmesinin aksine, somut kişilerarası durumlarda dilin işleviyle ilgilenmesini temsil eder. Bu farkın arkasındaki çatışma, dilin en iyi, ifade edilebilir kurallarla eklemli bir sistem olarak görülebileceği inancı ile dilden söz etmenin, en temelde, belirsiz büyüklük ve çeşitte bir konuşma epizodları dizisinden söz etmek demek olduğu inancı arasındadır.”’

Gündelik dilin genel kuramı, iki bakış açısını, kuramsal düzlemdeki biçimselleştirilmiş bir dilin üstünlüklerini ve veriler düzlemin de doğal dil oyunlarının göz önünde bulundurulmasını birleştirecektir. Gündelik dilin bir biçimselleştirilmesi söz konusu değildir; çün kü bir yeniden kurma sırasında bu dil, gündelik dil olarak ortadan kaldırılır Hedeflenen daha çok gündelik dilin biçimselleştırılmış bir serimlenişidir, yani, verili bir dilde olası iletişimlerin temelinde yatan kuralların tümdengelim yoluyla gösterilmesidir.

Kurucu dil analizi şimdiye dek Principa Mathematica örneğıne sadık kalmış ve deneyımbılımsel kuramların serımlenışı ıçin kımı zaman uygun olan ama ılkesel olarak gundelık dıldekı gramerlerın serımlenışı ıçın uygun olmayan bağlamsız dillerin örneklerını üretmıştır Öte yandan terapısel dil analızı genel olarak kuramdan kaçar Kendinı gundelik dıldekı sezgılerın farklılaştırılmasıyla sınırlar Biraz ılıneksel bır içeriği vardır, çünkü bir dil kullanımının, somut koşullarda, kurumsallaştırılmış iletişim kurallarına çarpıp çarpmadığını, durumdan duruma açıklayabilir. Fodor ve Katz, böylelikle, her iki tarafın da karşı argümanlarını alıyorlar: “Gündelik dil filozofu, pozitiviste karşı çok doğru bir biçimde, bir formüle edişin, doğal bir dilin, yapısını yalnızca dilin yapısını yansıtana kadar açınlayan bir kuram olduğunu ileri sürer. Gereksinilen, rastgele. seçilmiş yapay dilin görece basit yapısını degil de, doğal bir dilin tam yapısal karmaşıklıgını esas alan ve temsil eden bir kuramdır.”’ Ve tersine olarak, şu bütünleyici itiraza da hak veriyorlar: “Pozitivistin gündelik dil filozofunu suçladığı, dogal bir dilin bütün yönlerden, formal yapısının bir özgülleştirilme sini kanıtlamayı başaramadıgı iddiasının fiiliyatta tatmin edici olmadığını kabul etmeliyiz. Üretici ilkeler dogal bir dilin bağlı olduğu sözdizimsel ve anlambilimsel karakteristiklerini belirlediği bu yapı dan dolayı bu böyledir. Bu ilkeler, dilin her ve bütün tümcelerinin nasıl yapılandığını ve tümceler ve ifadelerin nasıl anlaşıldığını belirlerler. Bu, gündelik dil filozofunun tümcelerinin ve önermesel cümlelerin yapısını incelemeyi göz ardı edişi açısından dilin tümleşik özelliklerinin sistematik karakterinin anlamını değerlendirmede başarısız oluşudur.”

Her iki dil analizci yaklaşım biçiminin birbirini bütünleyen zayıflıklarına işaret etme ne denli inandırıcı olsa da, ancak, gündelik dilin genel bir kuramının neden istenilir olduğuna ilgi uyandırabilir; bu programın uygulanılabilirliği için bir argüman vermez. Bir dönüştürme grameri hakkındaki, şimdiye dek varolan tüm makaleleri burada tartışamam öyle görünüyor ki, bu makaleler, karşılaştırmalı dilbilimi ve sosyal dilbilimi alanında, kabullerin işlemselleştirilmesi açısından büyük önem taşıyorlar. Böyle bir düşüncenin sadece tasarlanmakla ve deneysel olarak kanıtlanmakla kalmayıp, empirik olarak da yerine getirilip getirilmeyeceği, tartışmalıdır. Bu deneme, tin tarihsel düzlemde önce tarihselcilikte ortaya konulmuş olan ve günümüzde, dilbilimi düzleminde, Sapir ve Whorm’un çalışmaları sonucunda yenilenmiş olan görelilik kuramını ele alıyor. 192a Üstkuramın dili de belirli gündelik dillerin gramerine bağlı kalmıyor mu? Yoksa, salt dil yapılarının kusursuz betimlenişlerine izin vermekle kalmayıp. gelenekten öğrenilmiş her dili, yapı betimlemelerinin keyfi ya da rastlantısal bir dizisinden sistemli bir biçimde ayıran. biçimsel özellikteki tümcenin tamlanmasına izin veren, kültürden bağımsız bir çerçeve bulunabilir mi?

Yöntembilgisel bağlamımız açısından önem taşıyan, ilkesel bir zorluğa değinmek istiyorum. Gündelik dildeki yapıların genel bir kuramı, Chomsky ’nin ikna edici bir biçimde gösterdiği nedenlerden ötürü ,davranışsalcı bir tutum içinde olamaz. Yani bu kuram, yalnızca iletişimsel deneyimde veri olan verilere bağlıdır. Dil bilimi, kuruluşlarını öncelikle bir dil topluluğunun ortalama sosyalleşmiş üyelerininin sezgisel deneyimlerine dayamalıdır; bu ‘doğuştan konuşmacıların dil duygusu, kusursuz olarak biçimlendirilmiş tümceleri, gramer olarak sapma gösteren tümceler den ayırt etmeye yarayan kıstasları verir. Kuramsal kabuller de aynı dil sezgilerinde yeniden sınanmalıdırlar. ‘Bazen, işlemsel kıstasın, bu bağlamda, özel ve ayrıcalıklı bir konumu olduğu düşünülebilir, ama bu kesinlikle yanlıştır. En temel nosyonlar dışında hiç işlemsel kıstas olamayacağı konusunda tamamen emin olabiliriz. Ayrıca, açıklayıcı kuramlar gibi işlemsel testler de, eğer tam yerindeyseler. içebakışsal yargısına karşılık gelme koşuluna uymalıdırlar.

Elbette deneyim zemini ‘dil sezgisi’ ve ‘içe dönük yargılama’ ile yeterince belirlenmiş olmaz. Aslında, iletişim kurallarının öznelerarası geçerliliğini deneyimi söz konusudur: geleneksel dil toplulukları çerçevesindeki dil biçimlerinin ‘kusursuzluğu hakkındaki yargı, bu biçimlerin, işleyen dil oyunlarını parçaları olup olmadıkları ve etkileşimlerin pürüzsüz bir akışını sağlayıp sağlamadıkları deneyimine dayanır. ‘Doğuştan’ konuşmacıların dil sezgileri denilen şeyler, kesinlikle kişisel deneyimler değildir; bu sezgilerde her işleyen dil oyununa sessizce eşlik eden, kolektif görüş birliği deneyimi tortulanmıştır. İletişim kurallarının geçerliliğinin öznelerarasılığı, eylemlerin ve beklentilerin karşılıklılığında kendini gösterir. Bu karşılıklılığın oluştuğunu ya da başarısız kaldığını, yalnızca katılan taraflar deneyimleyebilirler; ama bu taraflar bu deneyimi öznelerarasında yaşarlar: bu konuda bir görüş ayrılığı olamaz, çünkü bu deneyim, ancak tarafların etkileşimin başarılması ya da başarısızlığa uğraması konusundaki görüş birliğiyle oluşur. Bununla, tam da, düşünsemeli dil analizinin içinde devindiği boyut tanımlanmıştır. Ama genel bir dil biliminin kuruluşu ve sınanması, bu boyuttaki kararlara bağlıysa, bu kuruluş, düşünsemenin Wittgenstein’ın önceden gösterdiği akışından dışarı zor çıkar.

Fodor ve Katz bu tehlikeyi görüyorlar: “Dilbilimsel kuramın kurallarının kurulmasında karşılaşılan ana tehlikelerden biri, onların yalnızca dilbilimsel sezgiye başvurulduğu anlarda çalışa bilir olarak formüle edilebilmeleridir. Bu da, kastedilen amaçlarına hizmet eden kurallar açısından, akıcı konuşan bir konuşmacının, bunların uygulanmasına kılavuzluk eden dilbilimsel becerilerini uygulamasının zorunlu olduğu anlamına gelir. Bu da bir kısırdöngü oluşturur: akıcı konuşan konuşmacının becerilerini yeniden kuranın kurallar olduğu varsayılır, ama bu kurallar, konuşmacı, bu becerilerini onlar uygulayarak kullanmadıkça bu işlevlerini yerine getiremezler. Kuralların, uygulanması için konuşmacının becerileri ne kadar gerekliyse, kuralların inşasının başarısızlığı için de en az o kadar gereklidir.”

Bu iki yazar, sadece tehlikeyi değil, tehlikenin kaynağını da görüyorlar; ancak, tehlikeden olası kaçınma biçimi pek inandırıcı gelmiyor: “Akıcı konuşan konuşmacıların sezgileri, dilbilimsel kuram açısından hesaba katılması gereken veriyi belirler. l...l Böylesi sezgiler açık vaka kümeleri kurar: bir yandan, gramatik olarak iyi biçimlendirilmiş sözcük dizileri, öte yandan gramatik olmayan sözcük dizileri. Sezgisel olarak belirlenmiş açık vakalar, dilbilimsel bir kuramın ku rulmasına empirik sınırlamalar getirir. dilbilimsel sezgiyi devreye sokmak, eklemli bir tanımlama sisteminde iyi tanımlanmış kuramsal yapıların yerine sezgileri geçirildiğinde ya da sezgilerin kuralların uygulanışını belirlemesine izin verildiğinde sorunu ispatlar. Uygun oranda sezgi, dilin incelenmesi için zorunludur, ama yanlış kullanılırsa incelemeye zarar verir.”

Fodor ve Katz, ‘sezgi’nin, yani dil duygusu denilen şeyin altında neyin yattığını açıklığa kavuşturamadıklari için, bu kavramla bir biçimde başa çıkmış olan empirik bilimlerin avadanlıgına naif bir biçimde güveniyorlar. Ama dil sezgileri dil kuramlarının sınanması için yalnızca, araştırma teknigiyle çözülebilecek genel bir sorun deği kuramın yapısına sistemli bir biçimde bağlı olan bir sorun oluşturuyorlar. Kuramsal dilegetirimler, birincil dilde formüle edilmedikleri için, uygulamanın genel kuralları gereklidir. Bu kurallar bilindiği gibi, ölçme yönergeleri biçimindedirler. Ancak, genel bir dil biliminin kendini göstermesi gereken veriler, sadece, bir dil oyununa katılan tarafların iletişimsel deneyiminde verilidirler. Kuramın yapı betimlemelerini sınamak isteyen kimse, bu deneyime başvurmalıdır.

Bu yüzden ölçme araçları, kendisine soru sorulan her ‘doğuştan’ konuşmacının, kuram dilini kendi diline çevirmeyi bizzat üstlendiğini görmezden gelemezler. Burada, konuşmacı, kendi dilinin gramerine uyar. Böylelikle, “dil sezgi1erinin uygulama kurallarını da belirlemeleri”nden kaçınılamaz.

Sosyal Bilimlerin Mantığı Üzerine-Jürgen Habermas-Çev: Mustafa Tüzel-Kabalcı Yayınevi.

Hiç yorum yok: