16 Haziran 2009 Salı

İdeoloji kavramı

İDEOLOJİDEN İDOLOJİYE YOLCULUK: DÜŞÜNCEBİLİMDEN KİMLİKBİLİME

İDEOLOJİDEN İDOLOJİYE YOLCULUK: DÜŞÜNCEBİLİMDEN KİMLİKBİLİME



Doç. Dr. Ayhan Kaya (Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü.)



Bu makalenin amacı, günümüzde hızla yaygınlaşan ve bir tür ontolojik emperyalizme dönüşme riski taşıyan farklılık söyleminin yol açtığı bazı tehditleri ele almaktır ‘Öteki’nin kapsadığı alanı gasp edercesine ve ‘öteki’ne saygı göstermeyi unuturcasına sergilenen bu ontolojik savaş, Thomas Hobbes’un yüzlerce yıl önce dile getirdiği “doğal hâl”e doğru gidildiğine dair bazı şüpheler taşımaktadır. Bireyin tekliği ve biricikliğini vurgulamak yerine farklılıklarımıza vurgu yapan bizler, kültürel ve etnik kimliklerimizi tözselleştirme riskiyle karşı karşıyayız. Burundi’de, Bosna-Hersek’te ve daha pek çok yerde yaşadığımız soykırımların, etnik temizliğin ve kültürel temizliğin nedeni büyük ölçüde bu tözselleştirme değil mi. Şüphe yok ki, postmodern söylemlerin etkisinde kalan günümüz entelektüelleri de farklılıkların ve kimliklerin çalışılması yönünde yoğun bir angajman altına girmişlerdir. Bu eğilim, benim İDoloji (kimlik bilim: id + logy) şeklinde adlandırdığım ve bu makalede tartışmaya açmak istediğim yeni bir tür sosyal bilimin doğmasına neden olmuştur adeta. Bu makalede, ideolojik bir yanı olduğunu düşündüğüm yeni sosyal bilime olan eleştirel tavrımı ve şüphelerimi dile getireceğim. Bu amaçla, ideolojiden IDolojiye doğru giden süreçte kısa bir yolculuk yapmak istiyorum. Bu yolculuğu yaparken, Kartezyen dualizmden, sonculuk ideolojisinden (ideolojilerin sonu, tarihin sonu, modernitenin sonu) ve tarihin tekerrürü ideolojisinden söz edildikten sonra düalizmin eleştirisi niteliğinde Levinas’ın ‘ötekiye saygı’, Deleuze ve Guattari’nın ‘rizom’ ve Bhabha gibi bazı yazarların ‘üçüncü alan’ şeklinde niteledikleri yaklaşımlar dile getirilecektir.



İdeoloji kavramı ilk kez 1796 yılında bir Fransız felsefecisi olan Antoine Destutt de Tracy (1754—1836) tarafından kullanılmıştır. İlk kullanıldığı zaman bu kavramın ifade ettiği anlam, düşüncelerin bilimi şeklindeydi. Diğer bir deyişle, iki Latince sözcük olan idea (düşünce) ve logy (bilim) sözcüklerinin birleşiminden ortaya çıkan yeni bir sözcük (idea-logy) Tracy bu yeni bilimi biyoloji veya zooloji gibi diğer pozitif bilimler gibi kurumsallaştırmaya çalışırken, ideoloji biliminin bilinçli olarak üretilen düşünce ve fikirlerin kaynağının saptanmasında faydalı olacağını öne sürmüştür. Hatta, ideoloji biliminin XVIII. yüzyılın sonlarında, zooloji biliminin inceleme alanına giren hayvanlardan farklı olan ve aklını kullanma yeteneğine sahip homo-saphien türünün davranış kalıplarını ele alması düşünülmüştür.



İdeoloji bilimi bu haliyle değerlendirildiğinde, XIX yüzyılın başlangıcında Auguste Comte’un başlangıçta Sosyal Fizik olarak adlandırdığı ve daha sonra Sosyoloji adını alacak olan sosyal bilimin öncülü olarak da değerlendirilibilir. Fransız Devrimi’nin düşünsel altyapısını hazırlayan ve aralarında Montesquieu, Destutt de Tracy ve Napoleon Bonaparte gibi pek çok ismin bulunduğu ideologların asıl amaçlarından biri, şüphesiz, Fransız Devrimi’nin sürekliliğini sağlamak amacıyla Katolik Kilisesi’nin toplum üzerindeki hegemonyasını en aza indirgemek ve bu yolla kesintisiz bir toplumsal devinim sağlamaktı. Devrimin ve ideologların düşünsel egemenliği ancak Napoleon Bonaparte’ın imparatorluğuna dek sürebildi. Devrim, kendi evladı olan Napolyon tarafından bir anlamda kesintiye uğratıldı. Öte yandan Napoleon, Katolik Kilisesi’yle ittifaka giderek ideologların düşünsel egemenliğine karşı büyük bir mücadeleye girmekten ve onların etkinliğini sona erdirmekten de geri kalmadı. Karşı konulmaz iktidar hırsı nedeniyle bir tür ideophobia geliştiren Bonaparte, ‘tanrı tanımaz bir grup’ olarak nitelediği ideologlara karşı tavrını sertleştirerek, kendi oluşturduğu ‘eşitlik, özgürlük, kardeşlik’ motifleri ile beslenmiş imparatorluk ideolojisi ile bir tür kitle toplumu oluşturma yönünde emin adımlarla yürümeye başlıyordu. Bu açıdan bakıldığında, başlangıçta ‘ideoloji’ kavramını pozitivist, akılcı, liberal, seküler ve cumhuriyetçi bir bilim olarak algılayan Napoleon Bonaparte’ın, kendi iktidarı süresince ideolojiyi nasıl tersyüz ederek bugünkü kullanımı çerçevesinde dönüştürdüğüne tanık olmak çok anlamlıdır.



Daha sonra XIX. yüzyılda ideoloji kavramına bugünkü anlamını veren kişi Karl Marks olmuştur. Marks, ideoloji kavramına karşı eleştirel bir tutum takınarak ideolojinin insanları hatalı bilinçlenmeye yönelten bir tür bilinçli ya da bilinçsiz inançlar ve düşünceler sistemi olduğunu söylemiştir. Ona göre, iktidarı elinde bulunduran sınıfların tasarladığı ideolojiler, alt sınıfların maruz kaldıkları sömürü ve eşitsizlik koşullarını yine söz konusu alt sınıflara doğal ve meşru gösteren düşünce sistemleridir. Bu nedenle Marks’a göre ideoloji denildiğinde yönetici sınıflar tarafından oluşturulan ve sınıf sisteminin ve eşitsizliğin devamını sağlayan düşünceler bütünü akla gelmelidir (Aron, 1965). Aşağıda Marks ve Engels’in Alman İdeolojisi adlı kitaplarından yapılan alıntı, özellikle bu iki düşünürün ideoloji kavramı hakkındaki yalın düşüncelerini bize yansıtması açısından oldukça anlamlıdır:



Yönetici sınıfların düşünceleri tarihin her döneminde egemen düşünceler olmuştur. Diğer bir deyişle, toplumdaki egemen yönetici toplumsal sınıf aynı zamanda toplumdaki egemen düşünsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, zihinsel üretim araçlarına da sahiptir (Marks ve Engels, [1846] 1970:64).



Bilindiği gibi kapitalizm söz konusu olduğunda burjuva sınıfının oluşturduğu ideolojiler, sınıf sisteminin devamını ve işçi sınıfının eşitsizliği doğal algılamasını sağlamaya yöneliktir. Ancak buna rağmen Marks, her siyasal görüşün ideolojik bir tabanı olduğunu düşünmez. Sözgelimi sınıfsal eşitsizlik ve baskı düzenini anlamaya çalışan kendi siyasal düşüncesi ona göre ideolojik değil, bilimsel bir tabana sahiptir. Marks’ın düşünce sistematiğinde bilimsel olan ile ideolojik olan arasında, ya da bir başka deyişle, gerçekle gerçek olmayan arasında belirgin bir fark vardır.



Kendi öncülleri olan Fichte, Herder, Kant ve Feuerbach gibi Alman felsefi geleneğinden gelen kültürü, aklı ve insanı sosyal bilimlerin odağına yerleştiren Marks, gerçekliği belirleyen en önemli unsurun insanın bireysel ihtiyaçları olduğu görüşünü savunmuştur. Sözgelimi, burjuva sınıfına mensup bir kişinin ihtiyaçlarından biri de refahını sürdürmek olduğundan, bu ihtiyacını giderecek nitelikte bir bilgi üretimi gerçekleştirmek durumundadır. İktisadi üretim araçlarını elinde bulunduran burjuva bireyin ürettiği bilgi, bir yanıyla ‘gerçekliği’ tanımlayan egemen temsil rejimini ifade eder. Egemen temsil rejimleri tarafından üretilen bilgi ve dolayısıyla ‘gerçeklik’, var olan eşitsizlik ve sömürünün, alt sınıflar tarafın dan ‘doğal’ ve ‘değişmez’ bir ‘gerçeklik’ olarak algılanması için gerekli olan ideolojik zemini yaratır. Marks’ın ‘gerçekliği’ algılamak konusundaki yaklaşımını anlamak açısından başka bir örnek vermek gerekirse ‘din’ konusundaki görüşlerini hatırlamakta fayda vardır. Hegelci aklın bir eleştirisini yapan Feuerbach’ın esoterik din anlayışından etkilenen Marks, tanrı ve din kurgusunun bireyin dünyevi ihtiyaçlarının birer sonucu olarak gerçekleştiğini savunur. Bütün dinler gerçekliğin önüne gerilmiş bir peçe gibidir; din gerçekliği gizler, aynen kapitalist ideolojinin yaptığı gibi. Kısacası Marks, din dahil bütün ideolojilerin insanın özüne ve gerçekliğe zarar veren ve toplumsal eşitsizliği sürekli kılan birer aygıt olduğu görüşünü savunur.



Ancak daha sonra, Marksist gelenekten geliyor olmalarına rağmen Lenin ve Gramsci, her türlü ideolojinin reddi üzerine düşünce üreten Marks’tan daha farklı bir yaklaşım sergilemişlerdir ideoloji konusunda. Her ikisi de, Marks’ın daha önce tanımladığı egemen ideoloji olan ‘burjuva ideolojisi’nin yanısıra, ‘sosyalist ideoloji’ veya ‘proleter ideoloji’nin de olabileceğini ve olması gerektiğini iddia eder. Gerek Lenin gerekse Gramsci, Marks’ın ideolojinin tahakkümünden kurtarmaya çalıştığı hür aklı ve özgür bireyi adeta yeniden başka tür ideolojilerin tahakkümüne sokmayı amaçlıyorlardı. Lenin’in ‘öncü sosyalist parti’ (vanguard party) liderliğinde, Sovyetler Birliği sınırları içinde ve hatta dışında halk kitlelerini burjuva karşısında eğiterek ve örgütleyerek karşı-hegemonik bir sosyalist ideolojinin savunuculuğunu yaptığını söylemek mümkün (Lenin, 1988) Öte yandan Gramsci, burjuva ıdeolojısının sınırlarını incelerken, burjuvazinin halk kıtlelerı üzerinde hegemonya kurma sürecinde sadece polis ve asker gibi baskıcı aygıtlardan yararlanılmadığını, aynı zamanda kilise, eğitim, kültür ve medya gibi baskıcı olmayan barışçıl aygıtlardan da yararlanıldığını saptamıştır. Bu anlamda burjuva iktidarlarının asıl kaynağını, baskıcı olmayan ideolojik aygıtlar aracılığıyla elde edilen ‘halkın rızası’ ilkesinin teşkil ettiğini saptamıştır (Gramsci, 1971). Buna göre, sosyalist bır rejiminin varlığının benzeri baskıcı olmayan ideolojik aygıtların kullanımıyla mümkün olabileceği konusunda birtakım önermelerde bulunmuştur. Görüldüğü üzere, Marks’ın bir anlamda l her türlü ideoloji, onun öğrencileri olan Lenin ve Gramsci gibi isimlerce başka bir içerikle de olsa yeniden işlevsellik kazanmıştır. Lenin ve Gramsci’nin araçsallaştırdığı ideoloji kavramı yine Marksist gelenekten gelen Gyorgy Lukacs ve onun öğrencisi olan Karl Mannheim tarafından daha farklı şekillerde nitelendirilmiştir. Lukacs bu kez Marks’ın ideolojiden uzak bilimsel epistemolojik yöntem olarak tanımladığı diyalektik materyalizmi bir ideoloji olarak tanımlamıştır. Ancak, burjuvazi ideolojisine oranla daha fazla bilimsel olduğu için diyalektik materyalizmden yana tavrını da açıkça ortaya koymuştur (Lukacs 1971). Öte yandan Mannheim ise, ideoloji ile ütopya arasında bir ayrıma giderek ideolojinin statükoyu koruduğunu, ütopyanın ise değişimi hazırlayan devrimci bir niteliği olduğunu savunmuştur (1960). Bu noktada şüphesiz, ‘ideoloji’ karşısında Lukacs ve Mannheim ile aynı saflarda duran Louis Althusser’i anımsamamak mümkün değildir. Medya, eğitim sistemi, kilise, ordu ve polis gibi kapitalist devletin ideolojik aygıtlarından söz eden Althusser (1978), bu kurumlar karşısındaki eleştirelliğini yalın bir dille İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları adlı kitabında aktarır.



İki savaş arası dönemde, ideoloji kavramına ilişkin yapılan neo-Marksist değerlendirmelerin ötesinde ayrıca, liberaller ve muhafazakârlar tarafından gerçekleştirilen önemli müdahaleler de mevcuttur. Bu dönemde yükselen totaliter diktatörlükler, ideolojinin Karl Popper, Hannah Arendt, Ralph Dahrendorf ve Raymond Aron gibi yazarlar tarafından itaat ve sadakati sağlayan bir sosyal kontrol mekanizması olarak tanımlanmasına neden oldu. Bu şekildeki Soğuk Savaş dönemi liberal kullanım, Faşizm ve Komünizm gibi ideolojilerin muhalif düşüncelere hoşgörü tanımayan ve gerçeği tekelinde bulunduran birer kapalı düşünce sistemi olarak algılanmasını sağlamıştır.



Kaynak: Doğu Batı-Düşünce Dergisi-Sayı 28- 2004



Metnin Devamı:





"Sonculuk" Söylemle...



Kartezyen Düalizmin...



İd-Olojinin Yükselm...

Hiç yorum yok: