Medya sosyologları ya da kendiliğinden sosyolojinin tuzakları 30 Eylül 2007 Pazar, 00:00 AÇIK GÖRÜŞALİM ARLI*
SOSYOLOGLAR tarafından öne sürülen bazı görüşlerin neredeyse bütün bir medya tarafından tartışılması yaygın bir durum değil. Bunun dünyada da bazı örnekleri olmakla birlikte, bu tür tartışmalarda bilimsel düşünce zeminini koruyarak ilerlemek her zaman güç olmuştur. Çünkü sosyolog Bourdieu’nün temellendirdiği gibi, bilim-benzeri bir kendiliğinden sosyoloji ile bilimsel bir sosyoloji arasında ayrım yapılmadığında neyin bilimsel neyin bilim-dışı olduğu anlaşılamayacaktır. Zira özellikle sosyologlar için en ciddi tehlikelerden birisi olan, sosyal hakikatin bilimsel imgesi ile kanaat teknisyeni entelektüeller arasında da yaygın olan sosyal gerçekliğin kendiliğinden sosyoloji tarafından üretilen imgesi arasında tercih yapmaya zorlanma baskısı çok geçmeden belirecektir. Sosyologların nesnelerini bilimsel ciddiyete layık biçimde inşa etmek yerine, kendiliğinden sosyolojinin ayartmasıyla medyatik dilin tuzağına düştükleri durumlarda ise iş iyice içinden çıkılmaz hale gelmekte gecikmez. Şerif Mardin’in ‘mahalle havası/baskısı’ ve ‘milli ve mahalli değerler’ ifadeleriyle öne sürdüğü görüşler yukarıda işaret edilen bütün riskleri içinde barındırmaktadır. Üstelik bu tartışma hakkında hem de birkaç yazı birden yazmayan aydın neredeyse kalmadı. Bu kadar fazla tartışma doğurmasında Mardin’in görüşlerinden ziyade, medyatik dilin ülkenin genel değişim sancılarını kavrama güçlüğü olduğunu görmek ve bazı noktalara dikkat çekmek faydalı olabilir.
Türkiye toplumunun bugün yaşadığı dönüşümün tarihsel kökleri ve çatışma alanlarından kaynaklanan pek çok boyutu olduğuna kuşku yok. Fakat Türkiye’de aydınların sık sık tekrarladıkları ve değişmeyen bir toplum imgesini dayatan kanaatleri, gerçekçi tartışmaların daha doğmadan ölmesine yol açmaktadır. Bunun en doğrudan sonucu toplumsal farklılaşma ve çatışmalara paralel yürüyebilecek bir etik arayışına da sık sık ket vurmasıdır. Şerif Mardin ortaya attığı ve pek çok aydının benimsediği veya eleştirdiği ‘mahalle havası/baskısı’ ve ‘mahalli ve milli değerler’ ayrımı Türkiye’deki kapsamlı dönüşümü açıklamaktan uzak görünmektedir. Zira Türkiye tarihinde ilk kez uluslararası kapitalist ekonomik sisteme geri dönüşsüz olarak katıldığı bir dönemden geçmekte ve bu dönüşümün taşıyıcı aktörleri ise ‘mahalle’ diye nitelendirilen Anadolu burjuvazisi içinden çıkmaktadır. Buradaki sorun Mardin’in klasikleşmiş merkez-çevre analizindeki ‘kontrol açıklaması’nı değişmemiş bir durummuş gibi korumasından kaynaklanmaktadır.
Mahalle kapitalizmi
Artık Türkiye’de geleneksel anlamıyla bir kontrol açıklamasını temel alarak sorunları ele almak imkánsızlaşmıştır. İlave olarak, Weber’in Protestanlık tespitinin aksine, önce kapitalizm kurulur ancak sonra ona bir ideoloji bulunur. Zira artık Anadolu’da da (önce) kapitalizm kurulmuştur ve Braudel’in deyişiyle şimdi sıra bu kapitalizme bir ideoloji bulmaya gelmiştir. Bu nedenle kontrol açıklamasını temel alan çerçeveler, Türkiye’de aynı anda iki olguyu daha hesaba katmak zorundadır: Birincisi, mevcut çatışma ve gerilimlerin, geçmiştekinin aksine, eğitim ve gelir düzeyi birbirine gittikçe yakınlaşan sınıflar arasında cereyan ediyor olduğu. İkincisi ise mücadele ve rekabetlerin bütün ülkenin farklı yörelerinde yeni güç alanlarını temsil eden pek çok yeni kentin doğrudan dünya pazarlarıyla bütünleşmiş aktörleri arasında yaşandığı gerçeğidir. İkinci noktanın ihtiva ettiği önem, geçmiş dönemde ülkenin siyasi ve ekonomik merkezlerine bağımlı olan bu aktörlerin artık bu bağımlılıktan aşama aşama sıyrılmalarının doğurduğu yeni sorun alanlarına da işaret etmektedir. Bu nedenle ‘mahalle’ hem bir soyutlama hem de bir ölçek olarak problemleri tanımlama birimi olmaktan uzaktır.
‘Milli’ ‘mahalli’ karşıtlığı
Ayrıca Türkiye’nin 1990’dan günümüze geçirdiği muazzam dönüşüm ülkede, davranış ve öz-denetim kalıplarını da önemli bir değişim mecrasına sokmuştur. Ayrıca Mardin ve pek çok yazar 1980 öncesi sosyal ilişkiler setine gönderme yaparak analiz yapmaktadırlar. Hálbuki gelir grupları arasındaki değişimi gözden kaçırmanın yanı sıra, bürokrasi alanı içindeki güç dengelerini ve iktidar konfigürasyonundaki etnografik değişimi de gözden kaçırma eğiliminde oldukları gözükmektedir. Bu anlamıyla Mardin’in işaret ettiği gibi mahalli olanın mili olana dönüşmesi gibi bir durumdan ziyade, farklı sosyal alanlar içinde sembolik ve demografik bir dönüşümdür söz konusu olan. Zira ne milli olarak işaret edilen ne de mahalli olarak işaret edilen değerler arasında bir zıtlıktan hareketle, yakın Türkiye tarihi ele almak mümkün gözükmektedir. Bu en azından Türk milliyetçi ideolojisinin hem ‘milli’ hem de ‘mahalli’ olarak ifadelendirilen değerler alanındaki egemenliğinin nasıl açıklanacağı sorununu açıklamaktan uzak kalacaktır.
Bir yurttaşlık etiği
Burada bir başka sorun alanına daha işaret etmek gerekiyor: Türkiye’de siyasal alanın kuruluş ilkelerini belirleyen ve Türk milliyetçi ideolojisine zemin işlevi gören Garbiyatçı stratejilerin günümüzde yaşadığı epistemolojik bunalım. Emperyalizm karşıtı olan fakat Batı tipi güçlü bir merkezi devlet ve onun vergi, meşru şiddet ve bürokrasi üzerindeki tekelini temsil eden Garbiyatçı siyaset düşüncesi kişisel öz-denetimi ve davranış kalıplarını ulusalcılık temelinde düzenleyen ve standardize eden bir medenileşme sürecini de anlatmaktadır. Medenileşme süreci, iktidar yapılarında ve kişilik yapılarındaki merkezileşme ve öz-denetim eğilimlerinin şekillendiriciliği altında oluşur.
Kimlik değil sınıf çatışması
Milli-devlet yapıları insan toplulukların en gelişmiş merhalesini temsil eden bir egemen ulus düşüncesi ve bu ulusun bekasını sağlayacak milliyetçi bir ideolojiyi işlevselleştirerek merkezileşti. Sınıflar ve siyasal partiler gibi kapsayıcı toplumsal bütünler bu ulus düşüncesi içinde kendilerine meşru bir alan yaratabildiler. Fakat süreç, yukarıda idealleştirilen Garbiyatçı stratejinin toplumun değişik parçalarının tamamen merkezileşme güçleriyle uyumlulaşmasına doğru seyretmedi. Türkiye, günümüzde, bir taraftan ulusun bir tahayyül ve inşa olduğu konusundaki küresel bilinçlenmeyle etkileşim içinde dönüşüyor. Aynı zamanda daha çoğulcu ve katılımcı bir demokrasi kültürünü savunan ve farklılıkların tanınmasını isteyen toplumsal kesimler ve aydınların mücadelelerine tanıklık ediyor. Farklılıkların tanınması ilkesi, egemenliğin kayıtlı ve şartlı olarak ulusa devredildiği geç modernlik şartlarında şiddet içermeyen bir değişim için hem hukuki hem de siyasi olarak pek çok yeni toplumsal biçimi zorunlu kılmakta. Bu durum, günümüzde sıkça bir devlet refleksi olarak beliren yeni ulusalcılığın derin nostaljiler de içeren melankolik dönüşlerine neden oluyor.
Buradaki sancılı noktaların önemlilerinden birisi mevcut toplumsal muhalefet biçimlerinin neredeyse dünya çapında benzer özelliklerle ortaya çıktığıdır (Manuel Castells’in Ağ Toplumu üçlemesinin ikinci cildinde bunun bolca örneklerine başvurulabilir). Sonuç olarak ülkedeki sembolik iktidarın mantığını temsil eden Garbiyatçı düşüncenin de dünya ölçeğindeki bu değişimin bir parçası olarak ele alınması gerektiğini belirtmeliyiz. Bu anlamda küreselleşme sürecinin kışkırttığı bir yerellikle, ‘mahalli’ olarak işaret edilen olguyu yeni asırda birbiriyle bağlantılı düşünmek gerekiyor. Türkiye gibi geç-sanayileşen ve geç-modernleşen ülkelerdeki ana sorunlardan birisi, bu dönüşümlerdeki farklılaşmaları değişik meşruiyet talepleri arasında bir kan davasına dönüştürme eğilimidir. Sorunlar sadece kültüralist kalıplar içine sokularak, bütün sınıfsal çatışma ve gerilim alanlarının üzeri örtülmeye çalışıldığında sorunlar daha da kangren bir hal almakta gecikmemektedir. Böylece bir yurttaşlık hakkı olarak her türlü toplumsal kaynağa ve zenginliğe daha eşit bir erişim için gerekli olan politikalar üretilmediği ve bunun mücadelesi kimlik çatışması örtüsü altında yapıldığı sürece basit çerçevelere dönerek düşünmek çekici hale gelebilmektedir. Yurttaşlık etiğinin geliştiği toplumlarda bu tür gerilimlerin daha oluşmadan siyasal ve hukuki alanlar içinde çözülebildiği pek çok ara mekanizmaya henüz sahip bir toplum değil Türkiye.
Kanaat teknisyeni
Türkiye’de entelektüeller sosyal değişimleri tahayyül etme noktasında, sorunların hem tarihsel hem de güncel sebeplerini aynı anda ortaya koyma alışkanlığına yeterince sahip değiller. Böyle olunca da sosyal meselelerin karmaşık ve bulanık mantığını açıklamak yerine konjonktürel sorunları basit kılıflar altında manipüle etme tavrı baskın çıkıyor. Örneğin günümüz Türk demokrasisinin rahatsızlıklarını açıklamak için daha doğmadan boğulan 1876 meclisinden bize kalan sorunlara bakmadan meseleleri açıklayamayacağımız gibi; Türkiye’de mevcut sınıfsal dönüşümlere içkin çıkar çatışmalarını ele almadan seçim sonuçlarını davranışçı sosyal bilimin ‘seçmen tercihi’ açıklamalarıyla da anlayamayız. Türkiye’de aydınlar sosyal sorunları açıklarken, aynı zamanda yurttaşlığın neden bir türlü filizlenemediğinin ve düşünce hayatının günden güne neden daha da çok kuruduğunun sebeplerine de inerlerse sayıları otuz milyonu geçen genç nüfusun taleplerini daha iyi göreceklerdir. Düşünen ve dinleyen bir toplum olmak için sosyal meselelere daha serinkanlı ve kanaat teknisyenliği yapmadan nasıl yaklaşılabilir, bunun temrinlerini de yapmak gerekiyor. Yoksa Ulus Baker’in deyişiyle kanaat toplumlarının hastalıklarından kurtulamadan gerçek hikáyelere açılmak mümkün gözükmüyor. Hülasa, mevzu zannettiğimizden çok daha derin!
star
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder