ANLAMA İLİŞKİN KİMİ KARŞIT YAKLAŞIMLAR
Anlam, düşünce tarihinin her döneminde, insanda bazen hayranlık bazen de kuşku uyandıran bir tür büyü gibi görülmüştür. Bunun nedenini anlamak pek güç değil. Kendiliğinde cansız, gösterişsiz ve tekdüze olan kimi nesne, ses ya da çizgiler, belli bir değerlendirmeyle bizim için yepyeni, özgün ve zengin dünyalar yaratabiliyorlar. Ağızdan çıkan seslerle evrenin ve yaşamın çeşitli yönleri arasında kurulan bu köprüler; sonuna geldiğimiz yüzyılın ilk çeyreğine değin bir tür (anlıksal ya da nesnel) varlık biçimi olarak kavranmaktaydı. Böylesi bir varlıklaştırma ya da nesneleştirmenin sorunları çözmek yerine onlara yenilerini eklediğine inanan, daha yakın zamanların kimi felsefecileri, semantik büyüdeki zenginlik ve gücü almaşık yollarla açıklamaya çalışmışlardır. Ne var ki, bu çabaların oldukça kısır ve başarısız kalması, ussal olarak anlaşılır kılmakta zorlandığımız gizemlere karşı pek çoğumuzun yaptığı gibi, başka bir gurup düşünürü anlam denilen şeyi olduğu gibi yadsımaya yöneltmiştir. Giriş olarak;. anlam açıklamalarındaki bu görüş karşıtlıklarını- kısaca ele almak, ve temel tutumları, onların içerdikleri güçlüklerle birlikte özetlemek istiyorum.
İnsan anlam üzerine düşünmeye başlar başlamaz, bunun anlığımızı (zihnimizi) doğrudan ilgilendiren bir yönü olduğunu sezinliyor. Eğer zihinler olmasaydı, denebilir, anlamlar da olamazdı. Herhangi bir şeyin belli bir anlama gelebilmesi için, onu o şekilde değerlendirmeye olanak verecek bir yapı gerekiyor. Böylesi yapılara örnek olarak, insanlardaki anlık dediğimiz şeyi, hayvanlarda da bunun daha ilkel biçimlerini düşünebiliriz. Zihnin anlama varlıksal açıdan bir zorunlu koşul oluşturması, kimi filozofları anlamı tümüyle bir anlıksal varlık, örneğin anlık içindeki bir düşünce, bir imge, ya da bir kavram olarak görmeye yöneltmiştir. Burada anlığın doğasını tartışacak değilim. Benim inancım, anlığın beyin gibi karmaşık bir fizyolojik yapı üzerinde temellendiği ve ona bağımlı olduğu. Ancak, anlamın anlıkla ilgisini açıklamalarına çıkış noktası yapan filozofların birçoğu, zihni özdekten (madde) ve dolayısıyla insan gövdesinden bağımsız bir varlık olarak kavramışlardır. Örneğin, ileride daha yakından tanıyacağımız John Locke'un görüşü de böyledir. Anlama anlıksalcı bir biçimde yaklaşan belki ilk düşünür olan Aristoteles ise, zihnin gövdeden bağımsız bir varlığı olabileceğine inanmıyordu. Zihin üzerindeki görüş ayrılıkları bir yana, Aristoteles'in anlama ilişkin düşünceleri Locke'daki anlam kuramına temel oluşturmuştur. Aristoteles şöyle diyor: "Söylenmiş sözler anlıksal içeriklerin, yazılmış sözler de söylenmiş sözlerin imleridir. Yazı nasıl tüm insanlarda bir değilse, konuşulan sözcükler de bir değildir. Oysa bunların doğrudan imi oldukları anlıksal içerikler, ve bu anlıksal içeriklerin kendilerine benzedikleri (kendilerini imgeledikleri) gerçek şeyler herkes için birdir.... Bir ad, anlamını belli bir zamana bağlı olmaksızın uzlaşımla kazanan bir sestir. Bu sesin bölümleri, bütünün dışında anlamlı değildir... 'Uzlaşımsal' nitelenimiyle, hiçbir adın kendi doğası gereği bir ad olmadığını, ancak bir im olmak dolayısıyla öyle olduğunu saptadık. Hayvanların çıkardıkları düzensiz sesler bir anlama gelseler bile, birer ad olamazlar"
Burada dile getirilen tipteki kuramlara "ANLIKSALCI" diyeceğiz. Bunlar anlamı hem bir nesne3 olarak kavrıyor, hem de bu nesneyi içrek, yani herkesin gözlemine açık olmayan bir şey olarak irdeliyor. Günümüzün birçok düşünürü, böyle bir yaklaşımla anlamlılık dediğimiz şeyin aydınlatılmış olmayacağını; buna karşılık kimi önemli felsefe sorularının daha çetrefilli, ve açıklanması çok daha güç olan bir alana kaydırılmış, bir başka deyişle "hasıraltı edilmiş" olacağını öne sürüyor. Ben, anlamlılığa salt anlıksal içerikler üzerinden yaklaşan tutum hakkındaki böyle bir yargıya katılıyorum. Anlamın kendileri içrek olan ilkelerle açıklanmasını olanaklı göremiyorum. Öte yandan, bütünüyle anlıksalcı olan temeller üzerine kurulmuş bir kuramın geçersizliğinden, örneğin "Anlamak zihinsel bir süreç değildir"5 gibi bir sonuca atlayarak, anlamın anlıkla tüm bağlantısını koparmanın da oldukça hatalı olduğuna inanıyorum. Anlıksalcı kuramların eleştirilmeye değer kimi yönleriyle, onlardan sağlanabilecek yararları daha ileride yeniden ele alacağım.
Anlamın tek tek zihinleri aşıp, onlardaki içerikleri bir arada, ortak olarak kucaklayan nesnel bir yönü de var. Böyle bir sezgiyi bir çoğumuz onaylayacağız. Aristoteles'in görüşüne göre, zihinlerimizdeki içerikler bu dışsal ve nesnel olguyu tasarımlıyor; ondan iki bin yıl sonra Locke'un da vurguladığı gibi, içerikler bir şekilde nesnelerin yerini,tutuyor. Böyle olmasaydı anlıksallığın içrekliğini aşıp düşüncelerimizi (hiç olmazsa benzer içerikler olarak) birbirimize iletemezdik.6 Peki anlamın bu nesnel yönü nasıl bir şey; onun sözlerimizle olan bağlantısı ne? Böyle bir soruya eğildiğimizde, aklımıza dili kullanışımız içinde sıklıkla karşılaştığımız bir örnek, bir model geliyor. "Galata Kulesi" gibi bir dile getiriş, Karaköy'deki o görkemli eski yapıyı çağrıştırıyor. Burada şöyle düşünmek mümkün: Sözcüğü kullandığımızda belki zihnimizde o kule canlanıyor ama, bunun nedeni, sözcüğün kuleye doğrudan bağlı olması. Kulenin düşüncesi böyle bir bağlantının varlığı sayesinde çağrıştırabiliyor. Bir başka deyişle anlam, sözcük, nesne ve bu ikisi arasında bulunan bağlantıyla ilgili olan bir şey. Çağrıştırılan anlıksal içerikse, bu bağlamda ancak ikincil öneme sahip olan bir olgu, anlamlılığı doğrudan temellendiren olgular yanısıra gerçekleşen bir şey.
Tartışmakta olduğumuz bakış açısına göre, anlamlılığın temel doğası, adlara ve adlandırmaya özgü olan bir düzenek, bir işleyiş biçimiyle belirleniyor. Sözcüklerimiz bizim dışımızdaki nesneleri adlandırıyorlar; biz de böylesi sözcüklerle dilin kurallarına uygun tümceler kurduğumuzda, bu adların karşılığı olan şeyleri birleştiren anlamlar elde ediyoruz. Belki sonuçta birimizin anlığındaki bir düşüncenin içeriği bir başkasının anlığında oluşturularak, bu düşünce oraya taşınmış oluyor oluyor ama, bu süreçte taşıyıcı görevini yapan şeyler anlıksal varlıklar değil. Burada asıl görevi, sözcüklerin kendileriyle bağlantılı oldukları; yani sözcüklerin adlandırdığı, şeyler yapıyor. Anlam, bir sözcüğün adlandırdığı nesneden başkası değil. Bu yaklaşımın belki en kolay onaylanabilecek uygulaması, özel adların anlamlarının onların adlandırdıkları nesneler olduğu öğretisi? Ne var ki, sözcükler yalnızca özel adlardan ibaret değil. Her sözcüğün bir şeyi adlandırdığını ve onun anlamının bu adlandırdığı şey olduğunu öne sürünce kimi sorunlarla karşılaşıyoruz. Bilindiği gibi dilde çok sayıda nesneyi bir arada ifade eden tür adlan, nitelikleri dile getiren sıfatlar, eylem türlerini dile getiren fiiller ve benzeri genel terimler vardır. Tartışmakta olduğumuz kuram, böylesi sözcüklerin anlamlılığını açıklamak için, tikeller yanısıra kimi tümel varlıkları da gerekli kılıyor. Kuşkusuz tümellerin varolduğu savı yalnızca böyle bir anlam kuramı nedeniyle ortaya çıkan bir şey değil. Bunların varlıkbilimsel, hatta bilgibilimsel gerekçelerinden de söz edilebilir. Ancak bir anlam kuramını varlıkbilimsel bir kuramdan bağımsız olarak benimsemek mümkün olabilmelidir. Anlam kuramı; felsefecinin varlıkbilimdeki seçimlerini belirlememelidir. Şimdi tartışmakta olduğumuz kuram, gerçekçiliği son derece kuvvetli olan bir felsefı anlayış içeriyor. Hakkında düşünebildiğimiz, söz söyleyebildiğimiz her şeyi "varediyor" ve nesneleştiriyor. Üstelik algıladığımız dünyada böylesi genel varlıklar bulunmadığı için, onları içinde barındırdığı öne sürülen bir başka gerçekler dünyası varsaymak gereğini de doğuruyor. Böyle bir genel düşünce biçiminin ortaya atılışı, felsefe tarihinde zamanından daha öncelere rastlıyor. Onun bir kökenini Parmenides'in şu savlarında buluyoruz: "Varolmayanı (gerçek olmayanı) ne bilebilirsin ne de dile getirebilirsin". "Çünkü varolan ve düşünülen, aynı şeydir". "Düşünmek ve varolduğunun düşüncesi ayrı şeydir; çünkü varolanın dışında onunla ilgili olarak öne sürülen bir düşünce bulamazsın". "Hakkında konuşulan ve düşünülen şeyin varolması zorunludur; çünkü varolan vardır, varolmayan da yoktur 9 Bu tür bir anlayış, geçmişte varolmuş ama artık varolmayan nesnelere bir tür varlık yüklediği gibi, imgelem ve kurgu ürünlerini de varediyor.
Kimi kaynaklarını Parmenides'te bulduğumuz bu yaklaşım Platon'un felsefesinde ayrıntılı bir kuram haline gelmese de, anlamın doğasını açıklayan şu ünlü savı doğuruyor: "Aynı adı verdiğimiz her ayrı nesne çoğulluğu için ayrı bir Form saptamak alışkanlığındayız" Eğer Platoncu varlıkbilim doğruysa, böyle bir anlam kuramının aşın bir ontolojik yük getirdiği öne sürülemez. Kendiliğinde zaten kuvvetle gerçekçi olan bir felsefi bakış açısı, bu gerçekçiliğin anlamlara da yansımasından bir rahatsızlık duymayacak, tersine, daha büyük bir kuramsal tutarlılık kazanacaktır. Böylesi bir bakış açısının tartışmakta olduğumuz anlam kuramını onaylayıp onaylamaması kuramın yolaçtığı başka teknik güçlükleri çözüp çözemeyeceğiyle ilgilidir. Oysa durum, farklı felsefi tutumlar açısından bambaşka. Varlıkbilimde gerçekçiliği benimsemeyen adcı ve kavramcı yaklaşımların yukarıda betimlenen gibi bir anlam kuramını hoş görmeleri söz konusu olamaz. Dünya, Parmenides ve Platon cephesinde gözle görebildiklerimizden çok daha fazla sayıda varlıkla dolduruluyor. Onların doğrultusundaki bir anlam kuramı, düşünebildiğimiz her sözün karşılığını nesneleştirdiği için; daha ekonomik varlıkbilimler açısından son derece aykırı bir manzara oluşturuyor. Yüzyılımızın son üç çeyreği, felsefede daha ekonomik ontolojilerin başat olduğu bir dönemdir. Bu, kendiliğinde oldukça sağlıklı bir tutum oluşuna karşılık, amacını aşan adımlara da yol açınıştır. Bir yandan Ludwig Wittgenstein ve dilci felsefenin etkileri, öbür yandan da Willard Quine ve Nelson Goodman gibi adcıların, mantıksal pozitivizmin de bunlara eklenen güçlü eleştirileriyle, oldukça aşırıya kaçan bir tepki ortamı oluşmuş, sonuçta anlamlarca nesneleştiren anlıksalcı ve nesnelci kuramların tümü, saygın sayılan felsefe alanının dışına itilmiştir.
Anlamı anlıksal ya da fıziksel bir nesne (entity) olarak değerlendiren yaklaşım biçimi dışlanınca, bir kesim felsefeci, günlerinin modasına da uyarak, anlamı anlamlı olduğu söylenen şeylerin içlerinde üretildiği ortamlara dayanarak açıklamaya çalışmıştır. "ORTAMSAL"diye anabileceğimiz bu yaklaşım, yine anlamlılığın belli bir yönünü genellemekle elde edilmiş oluyor. 1930'lu yıllarda yaygınlaşan, ve 50'lerin sonuna doğru yavaş yavaş terkedilmeye başlanan ortamsal yaklaşım, kimi düşünürlerin elinde, anlamı tümcenin içinde üretildiği fiziksel ortamla özdeşleştirirken, daha gelişkin biçimlerinde, onu anlamlı olduğu söylenen şeyin yolaçtığı davranışsal tepki, ya da tepki eğilimiyle özdeşleştirmiştir.ı2 Bu son türdeki yaklaşımların başlıca sorunu, anlamlılıktaki "semantik büyü" dediğimiz şeyi kavrayıp açıklamakta aşın ölçüde yetersiz kalışlarıdır. Burada ayrıntılı bir eleştiri amacı gütmeden, yalnızca bir fikir vermek için, bir iki noktaya işaret edeceğim. Eğer anlam davranış eğilimiyle özdeş olsaydı, birbirinden farklı anlamı olan her bir dile getirişin farklı bir davranış eğilimi doğurması zorunlu olurdu. Belki "Fermuarınız açık kalmış" gibi bir tümce karşısında belli bir davranış eğilimi içine girersiniz ama anlamları birbirinden farklı olan, okuduğunuz şu son elli tümceye ilişkin belirgin tepki eğilimleri oluşturdunuz mu, bilemiyorum. Eğer oluşturdunuzsa, bu eğilimleriniz benim tümcelerimin arasındaki anlam farklılıklarını ortaya koyacak biçimde, anlaşılır farklılıklar taşıyorlar mıydı? Başkaları aynı tümceler karşısında sizden farklı davranış eğilimleri oluşturmuş olamazlar mıydı?
Bir yandan anlamı nesneleştirmeyi yasaklar, bir yandan da kısırlıkları yüzünden ortamsal açıklamaları yetersiz bulursanız, daha önce gözönüne alınmamış başka ilkelere dayanan yeni bir anlam kuramı geliştirmek durumundasınız demektir. Öte yandan, böyle bir şeyi başaramıyorsanız, sizde oluşan düşkırıklığı nedeniyle, anlam denilen şeyi bütünüyle yadsımak eğilimine girebilir; onun aslında gerçekmiş izlenimini verdiği halde varolmayan bir kuramsal sanrı olduğuna karar verebilirsiniz. Anlamı kavramaya yarayacak bir kuram geliştirilemediğine göre, onun, kendileri açıklanabilir olan başka kavramlara indirgenmesi gerektiğini öne sürebilirsiniz. Bu doğrultuda, örneğin, anlamın sözcüklerin uygun bağlamlar içinde kullanılmalarından başka bir şey olmadığını savunup, akademik çevreler içinde "Bana anlamı değil kullanımı sorun" gibi "özdeyişler" yayabilirsiniz. Yine örneğin, anlamın aslında doğruluktan öte bir şey olmadığını savunup, bir dil içinde doğru olmak denilen şeyin açıklamasını,o dil için bir anlam açıklaması yerine kullanabilirsiniz. Anlamlılığa temel olan doğruluğun, içinde varolduğu dilin bütünselliğine bağlı bir şey olduğunu, tümcelerin tek tek doğruluk değeri taşımak yerine; ancak çok sayıdaki başka tümceyle birlikte doğru ya da yanlış kılınabildiğini öne sürebilirsiniz. Buna almaşık olarak (ya da onunla bir arada) tutabileceğiniz şöyle bir yol daha var: Anlamı "iki terimin ya da tümcenin eşanlamlılığı" denilen şeye indirgeyip, farklı kültürlerin dilleri arasında kesin bir eşanlamlılık sağlanamayacağı gerekçesiyle, hepsini bir arada yadsıyabilirsiniz. Bu yaklaşımların tümünü "OLUMSUZ TUTUM" adıyla anabiliriz.
Quine'ın felsefesi, yansıtmaya çalıştığım bu tepki durumuna iyi bir örnek oluşturuyor. Yüzyılımızın bu tanınmış düşünürü, olumsuz tutumu yerleşik hale getirmek uğruna oldukça büyük bir felsefi çaba harcamış ve çok sayıda felsefeci üzerinde de etkili olmuş bir kimsedir. Onun gözünde, anlamı "bir şeyin anlamlılığı'! ötesinde düşünmeye başladığımız yerden itibaren bir tür kavramsal bataklığa gömülmeye de başlıyoruz. Quine hem adcı bir varlıkbilim benimsiyor, hem de içinde fiziksel olgulardan başka öğeleri barındırmayan "doğallaştırılmış" bir felsefi tutumu savunuyor. Bu bakımdan, onun çürütmeye çalıştığı felsefi savlar arasında bir yandan tümel olduğu söylenen varlıklar girerken, öte yandan da, fiziksel şeylerin yanısıra varolduğu öne sürülen, örneğin Descartesçı anlık ve anlıksal içerikler girmektedir. Ona göre anlamları nesneleştiren Platoncu bir anlam düşüncesi, anlıksalcı Aristoteles-Locke tipindeki anlam kuramlarıyla çok yakından ilintilidir. Bunlar birbirlerine yakın olan kuramlar, çünkü hepsi anlamı dile getirişlerin karşılığı olan varlıklar olarak kavrıyor. Anlamı bir varlık olarak gören kafası bulanık bir fılozof, bu duruma çoğunlukla anlamla adlandırma denilen şeyi birbirlerine karıştırması yüzünden düşüyor. Bundan dolayı, örneğin "kanatlı at" gibi varolmayan şeylere de bir tür varlık yüklemek durumunda kalıyor. "Anlamı adlandırmayla karıştırması, ona yalnızca Pegasus'un (kanatlı atın) geçerli bir biçimde yadsınamayacağını düşündürtmekle kalmadı; bu karışıklığın sürmesi, Pegasus'un bir ide, yani zihinsel bir nesne (entity) olduğu saçma düşüncesini oluşturmasına da yardımcı oldu. Kafasındaki karışıklığın yapısı şöyle: önce adlandırılmış bir nesne olarak düşündüğü Pegasus'un kendisini 'Pegasus' sözcüğünün anlamıyla örtüştürüyor, sonra da bu sözcüğün anlamlı olabilmesi için Pegasus'un varolması gerektiği sonucunu çıkarsıyor. Peki bu anlamlar ne türden şeyler? Bu tabii belirsiz bir nokta; anlıktaki ide düşüncesini doğru dürüst açıklayabiliyor olsak, anlamları da anlıkta bulunan ideler olarak açıklayabilirdik. Sonuçta, bir anlam ile karıştırılmış olan Pegasus zihindeki bir ide haline dönüşmüş oluyor. Quine'a göre anlamlar hem yararsız şeyler, hem de mantıksal yanılsamalar yaratmaları açısından "habis" olan şeyler. "Anlamların özel bir türe ait nesnelerı4 oldukları söyleniyor: Buna göre bir dile getirişin anlamı, böylece dile getirilen ide. Çağdaş dilbilimciler arasında, ide idesinin, yani bir dilsel yapının zihinsel karşılığının dilbilim için değersiz olmaktan bile beter olduğu yönünde önemli bir görüş birliği vardır... İde idesinin habisliği, tıpkı virtus dormitiva(uyuşturucu etkisi)'nın5 Moliére'ce ortaya konan işlevsizliği gibi, sanki bir şeyin açıklanmış olduğu yanılsamasını doğurmasındandır".ı6 Quine'ın bu noktadan hareketle, başka kavramlara indirgenemeyecek bir şey olarak düşünülen anlamı bütünüyle yadsıması artık bir iki adımlık bir iş: "Adları bu şekilde konmuş olsun ya da olmasın, anlamların, birer tümel.... (oldukları söylemine) karşı çıkmak için tutabileceğim tek yol, anlamları reddetmekten geçiyor. Anlamları yadsımak benim için istenmedik bir şey değil, çünkü böylece sözcük ve tümcelerin anlamlı oluşlarını da yadsımış olmuyorum. (Benim rakibim) anlam taşımak denilen şeyi (anlamlılığı), bir sözcüğün kendisince anlam diye adlandırılan, soyut bir nesneye sahi olması biçiminde düşünürken, ben böyle düşünmüyorum. Bir dilsel söylenimin (utterance) bir anlama gelmesini, (...) doğrudan, o dilsel söylenim ile benzerleri karşısında insanların nasıl davrandıklarına dayanarak çözümlemekte özgürüm... (Sözcük ile davranış arasında) anlam adındaki özel ve indirgenmez nesneleri varsaymanın açıklayıcı bir değeri olduğu görüşü, olsa olsa bir yanılsamadır.... Anlam adı verilen nesnelerden oluşan bir alanın varlığını onaylamak gerekmeden söylenimleri anlamlı, anlamca farklı, veya eşanlamlı olarak kavrayabiliriz". ı8
Belli bir köktenci görüş, kimi felsefe topluluklarınca benimsenmeye görsün. Ortaya, bu görüşü daha da keskinleştirip sloganlaştıran, sonra da adeta militancasına bayrak açıp bunun misyonerliğine soyunan ikincil felsefeciler çıkıverir. Bu ikincillerin elinde şişirilip sonra da kemikleşen yeni akım kendine hedef seçtiği felsefi görüş ve tutumlarla birlikte, onlara yakın ya da ilişkili olarak algıladığı başka öğretileri de “tabu" hanesine yazar, "saygın" konularda çalışan düşünürlerin bu " yasaklanmış" savlara arka çıkmalarını hoş görmez. Bu durum bir iki kuşak felsefeci emeklilik yaşları gelip devre dışı alana değin sürer gider. Felsefe çevrelerinde böylesi modaların düşünürlerin ilgilerini belli alanlara çekmek kadar, belli yaklaşımları ve tutumları afaroz eden etkisi de hiç küçümsemeyecek bir güçtedir. Yirminci yüzyılın büyük bir bölümünde anlama ilişkin her türlü varlıkbilimi yasaklayan başat felsefi tutum bu betimlenen şeyin örneklerinden birini oluşturmuştur.
--------------------------------------------------------------------------------
Anlam ve Nedensellik- Arda Denkel –Kabalcı Yayınevi-1996
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder