16 Haziran 2009 Salı

DİL OYUNLARINDAN DİLİN YAPIBOZUMUNA:

Recep Alpyağıl



DİL OYUNLARINDAN DİLİN YAPIBOZUMUNA:



DERRIDA'YI WİTTGENSTEIN'A EKLEMEK YA DA WİTTGENSTEIN'DAN HAREKETLE DERRIDA'NIN İZİNİ SÜRMEK

"Dil, yolların bir labirentidir. Bir taraftan yaklaşır ve yolunu aşağı yukarı bilirsin; aynı yere bir başka taraftan yaklaşır ve artık yolunu takriben bilemezsin". L. Wittgenstein

"Labirent .... bir uçurumdur; dolambaçtan dolambaca geçerken kendi kendini temsil eden saf bir yüzeyin yataylığına dalarız. " J. Derrida

1. Wittgenstein üzerine yapılan son dönem çalışmalarda, onun felsefe tarzı ile Derrida 'nın felsefesi arasında bir yakınlığın bulunduğu görüşü giderek daha çok kabul gören bir eğilim haline gelmiştir. Bazı araştırmacılar, Wittgenstein 'ın felsefesinin orijinalliği tam anlamıyla Derrida 'nın terimleri aracılığıyla anlaşılabilir derken, bazıları da Derrida 'yı Fransız Wittgenstein 'ı olarak tanımlamaktadırlar: `Derrida'nın merkezî savı, Wittgenstein'ın geniş ve büyüleyici tartışmalarının bir yankısıdır. Bununla birlikte, her iki düşünür arasında belirli yakınlıkların olduğunu kabul eden; ancak, bu yakınlığın bir noktadan sonra farklılığa dönüştüğünü savunan düşünürler de vardır. Bu anlamda yazımız bu tartışmaya bir katkı olma amacı taşımaktadır.

2. Her iki düşünür arasında ilk göze çarpan yön, üsluptaki benzeşmedir. Ancak, burada şöyle bir itiraz yöneltilebilir: Eğer Derrida 'ya üslup yönünden mutlaka bir selef aranacaksa o da Kierkegaard 'dır. İronileriyle, humoruyla ya da parodileriyle Derrida en çok Kierkegaard 'a benzer. Bu sav bir yönüyle haklıdır: Eserlerinin büyük çoğunluğunu farklı takma adlarla yazan Kierkegaard aynı günde iki farklı takma adla kitap yayınlayabilmiş, hatta bir keresinde, Climacus takma adına Anti-Climacus'la mukabele eden bir kitap yazmıştır. Ve bütün bunların üstüne şunları ifade edebilmiştir:

Öyleyse takma adlı kitaplarda bana ait tek bir söz bile bulunmamaktadır; benim onlar hakkında üçüncü kişi olmamın dışında bir görüşüm yok, onların anlamı hakkında bir okuyucu olmanın dışında bir bilgimin olmadığı gibi onlarla kişisel bir ilişkim de yok.



Yukarıdaki değerlendirmeler haklı olmakla birlikte, Wittgenstein 'ın yaklaşık üç yüz elli sayfalık Philosophical Investigation adlı kitabına sadece Hacker ve Backer ikilisinin iki bin sayfayı aşkın bir komentari yazdıkları,diğer yandan son zamanlarda çıkan bir yardımcı kitapta, `Wittgenstein'ın bu kitabında tartışmalı hiçbir paragrafın olmadığı şeklinde bir değerlendirmenin yapıldığı düşünülürse Derrida ile Wittgenstein arasında üslup yönünden bir karşılaştırma yapmakta pek de haksız olmadığımız anlaşılır.

Derrida 'nın parodilerine benzer parodilere Wittgenstein 'da, metin içinde adını bile vermeye gerek görmediği felsefe okulunun görüşlerini eleştirisinde karşılaşırız. Örneğin o, öznel bir biçimde (gizlice) kurala uyabileceğini düşünen kişiyi, `elini başının üzerine koyup, ben boyumun uzunluğunu biliyorum' (279) diyen kişiye; duyumla söz arasındaki bağıntının, sadece zihindeki bir doğrulamaya baş vurularak yapılabileceğini düşünen kişiyi `söylediği şeyin doğruluğuna kendisini ikna etmek için sabah gazetesinden birkaç kopya satın alan' (265) kişiye; kurala uymanın öznelerarası olduğunu anlayamayan kişinin durumunu `bir kimsenin, el ile işaret etme hareketine, doğal olarak bilekten parmak ucuna değil, parmak ucundan bilek hattı yönüne bakarak karşılık vermesine'(185); işaretle tanımlama yapmayı 'nesnenin vaftiz edilmesine' (15) benzetir. Duyum dilinin paylaşılır bir dil olması gerektiğini anlayamayan kişiye, körlüğün resmini bir kimsenin kafasındaki karanlık olarak düşünmesini önerir (424). Bütün bu örneklerde eleştirilen sistemin parodisini bulabiliriz. O, muhatabına ilginç sorular yönelterek, onun üzerinde kelimenin Sokratçı anlamında ironiler yapar. Örneğin muhatabına içine düştüğü çelişkiyi göstermek için `bindiği dalı kestiğini' haber verir (55). Wittgenstein 'ın bu yazı stratejisine karşın, parodi Derrida'nın yapıtlarının merkezini oluşturur; o bize her ne kadar `kusura bakmayın ama, hiçbir zaman tam olarak öyle söylemedim diyecek olsa da fılozoflar onun eserlerinde bir karikatür gibi dururlar. Örneğin, Speech and Phenomena 'da Husserl , Dissemination 'da Platon , Marx'ın Hayaletleri'nde Marx , artık kendileri olmaktan çıkmışlardır. Onları, Derrida'nın okuyuşu ile tanımak oldukça zordur. Bu noktada Derrida'nın parodilerini anlayabilmek için onun ikizi olmamız gerektiğini dile getiren A. Megill'er hak vermemek elde değildir.

3. Differance: Derrida'nın parodilerine imkân tanıyan stratejilerden birisi onun diffarance kavramında yatar. O, bu kavramın `doğrudan doğruya hiçbir şeye indirgenemez bir biçimde çok anlamlı olduğunu' söylese de, bu kavrama ilişkin şöyle bir çerçeve çizer: Öyleyse işaret ya da im ayırım konmuş buradalıktır, ertelenmiş şimdi, yerinden ayrılmış burasıdır. İster sözlü ya da yazılı im olsun, ister seçimle ister politik temsille ilgili olsun imlerin dolaşımı şeyin kendisiyle karşılaşabileceğimiz, onu ele geçirebileceğimiz, tüketebileceğimiz, ya da harcayabileceğimiz, görebileceğimiz, burada görüleyebileceğimiz anı erteler.(...) Differance'ın özü yoktur, o yalnızca neyse o olarak edinilmesine izin vermez şey olmakla kalmaz, genel olarak neyse o olmanın yetkesini, şeyin kendisinin özündeki buradalığın yetkesini tehdit eder. Bu noktadan differance'ın kendi özü olmaması, differance'ı ilgilendirdiği ölçüde yazı oyununun ne varlığının ne de doğruluğunun olmamasını içerir. Peki Wittgenstein 'ın differance'la olan bağlantısı nedir? Bu soruya üç aşamalı olarak yanıt vermek mümkündür:

3.1. Terry Eagleton, bir öğrencisine, Kral Lear'dan `farklılıkları öğreteceğim sana' dizesini kitabına epigram olarak alacağını söyleyen Wittgenstein 'la post yapısalcı düşünürlerin farklılık kavramı arasında bir benzerliğin olabileceğini önerir. Örneğin Wittgenstein, `bir örnekle tanım her durumda farklı yorumlanabilir'(28) derken differance'ı kullanır; `bu yolda bir sonuncu ev yoktur; insan her zaman bir ek ev inşa edebilir' (29) derken de differance'a düşmüş görünür.

3.2. Derrida 'nın differance kavramını sunma biçimi ile Wittgenstein 'ın dil oyunlarını tanımlama tarzı son derece birbirine benzer görünmektedir. Bu anlamda Wittgenstein, dil oyunlarından söz etmekle birlikte dil oyununun kendisi hakkında hiçbir şey söylemez (65). Onun bu yöndeki tasvirleri oldukça bulanık bir temel üzerine bina edilmiştir. O, bu yöndeki bir itirazı şu biçimde değerlendirir: Birisi, `oyun' kavramının bulanık yanları olan bir kavram olduğunu söyleyebilir. -"Ama bulanık bir kavram, bir kavram mıdır?- Belirsiz bir fotoğraf bir kişinin resmi midir? Hatta belirsiz bir resmin yerine temiz olanını koymak her zaman bir avantaj mıdır? Çoğu kez tamamen gereksinim duyduğumuz, bu belirsiz olan değil midir? (İtalik bize ait). Wittgenstein , belirsizliği kabul etmeyen, örneğin bir oyununun her noktada kurallarca belirlenmesi gerektiğini söyleyen kişiye şunu hatırlatır: Öyleyse kuralın nasıl uygulanacağı noktasında her zaman şüphe içinde olmak mümkündür. Örneğin, `önündeki kapıyı açmadan önce onun ardındaki uçurumun açık gibi görünüp görünmediğinden her zaman şüphe eden ve kapıdan girmeden önce bundan emin olmak isteyen birisi kolaylıkla tasarlanabilir'(84). Özetle, belirsizlik her zaman için mümkündür; ancak bu bizi yanıltmamalıdır. Çünkü belirsizlik, soruna onu eleştiren muhatabın bakış açısıyla yaklaşmaktan kaynaklanır.

3.3. Wittgenstein ile Derrida arasında göstermeye çalıştığımız bağlantı, differance kavramını idendity ile birlikte düşündüğümüzde ortaya çıkar. Neticede ayrımın merkeze alınması özdeşliğin olumsuzlanması anlamına gelir. Wittgenstein da özellikle herhangi bir bağlama ait olmayan meta özdeşlik nosyonunu, Derridacı terimlerle söylersek saf bir bulunuş (kendilik) düşüncesini yadsır: "Ama aynı, en azından aynı değil midir? Bir şeyin özdeşliğinde yanılmaz bize özdeşlik paradigmasına sahipmişiz gibi görünüyor. (...) `Bir şey kendisiyle özdeştir.' -Yararsız ama yine de imgelemin belirli bir oyunuyla bağlantılı olan bir önermenin bundan daha güzel bir örneği yoktur"(216). O, yine dil düşünce bağıntısını anlatırken 'sözlere eşlik eden düşüncelerin olabileceğinde ısrar eden muhatabına ilginç bir örnek verir. Muhatap şöyle bir varsayımla hareket etmektedir: "Ancak eğer bir kimsenin bir ağrısı olduğunu varsayarsam o zaman ben yalnızca, o kişinin sık sık benim de duymuş olduğum tam da aynı ağrıyı duyduğunu varsayarım". Burada açıkça görüldüğü üzere muhatap özdeşlik ilkesiyle içine düştüğü sorunu çözebileceğini düşünür. Buna karşın Wittgenstein'ın yanıtı ilginçtir: Bu bizi daha öteye götürmez. Sanki şöyle derim: "Siz şüphesiz, burada saat 5'in ne anlama geldiğini bilirsiniz; aynı zamanda, `Güneşte saat 5'in de ne anlama geldiğini bilirsiniz. Bu sadece saat beş iken orada da zamanın buradakiyle aynı olması demektir". Özdeşlik aracılığıyla açıklama burada iş görmez. Çünkü insanın buradaki saat 5'e ve oradaki saat 5'e `aynı zaman' diyebileceğini yeterince bilirim, ancak bilmediğim, insanın hangi durumlarda onun, burada ve orada aynı zaman oluşundan söz etmesi gerekeceğidir (italikler bize ait).

Wittgenstein burada şunu söylemek istemektedir: Eğer bir varsayımın herhangi bir durumda geçerli olmasından hareketle, onun bütün durumlar için geçerli olacağını söylemeye kalkışırsak yukarıdaki türden bir açmazla karşı karşıyayız demektir. Yani bir kişi buradaki saatin 5 olduğunu söyleyerek güneşteki saatin de 5 olduğunu söyleyemez. Bu cümle bir dereceye kadar anlamlı olmakla birlikte `saat güneşte de 5' ifadesini yeterince açıklayamamaktadır. Çünkü bizim yeryüzündeki zaman ölçümümüzün kendisi güneşin hareketlerine ve bir takım uzlaşmaya dayanan ölçütlere bağlı olarak gerçekleşmektedir. Dolaysıyla aynı yöntemi güneşin kendisine tatbik etmemiz olası olmadığından `buradaki 5'le güneşteki 5'in aynı olduğunu söyleme noktasında özdeşlik ölçütü yeterli değildir. Benzer bir biçimde insanın özdeşlik ilkesinden hareketle bir başkasının acısı hakkında bir varsayım ileri sürmesi mümkündür. Ancak buna dayanarak ,şunu söyleyebilir miyiz: `Sobanın bir ağrısı var benim de bir ağrım var öyleyse ikimiz de aynı deneyime sahibiz' (350). Bununla birlikte Wittgenstein, bu tavrını bir dissemination'a dönüştürmez. Çünkü özdeşlik ilkesinin bağlam dışı kullanıldığında yararsız olması bütün bir özdeşlik ilkesinin anlamsızlığını ifade etmez. Aksine, bir bağlam içinde kullanıldığında özdeşlik mümkündür; buna paralel olarak saçılımı önleyen belirlenim de mümkündür. Bu açıdan bakıldığında o, katıksız bir logosentrik olarak görünür.Bu noktada bizi bir dizi sorun bekler.

4. Wittgenstein 'ın konuyla ilgili düşüncelerini öznelerarası bir perspektifle okumak mümkündür.ı5 Ancak özellikle Saul Kripke'nin meşhur konferansından sonra onun bu yöndeki düşünceleri bir çok tartışmanın konusu olmuştur. Özellikle Philosophical Investigation'da paragraf 201'deki görüşler: Bizim paradoksumuz şuydu: Eylemin hiçbir yönü kuralla belirlenemez, zira eylemin her yönü bu kurala uygun yapılabilir. Yanıt şuydu: Eğer her şey kurala uygun yapılabilirse o zaman onunla çatışma da yapılabilir. Öyleyse burada ne uygunluk ne de çatışma olur. (201 ) Kripke, buradan hareketle Wittgenstein 'ı bir anlam septisizmiyle nitelendirir.ıb Ona göre Wittgenstein'ın bu ifadeleri anlamın olamayacağı, giderek bir dilin imkânsız olduğu anlamına gelir. Bu, Derridacı terimlerle söylersek, önü alınamaz bir saçılımdır, anlamın toparlanamaz yayılımıdır. Bu değerlendirmeyi Derrida 'nın şu ifadeleriyle karşılaştırmak mümkündür: Karârlaştırılamaz olan, her kararda, her karar olayında, en azından adeta bir hayalet gibi -ama zaruri bir hayalet gibi- yakalanmış, yerleştirilmiş durur. Onun hayaletliliği; bir kararın adil olduğuna inanmamızı sağlayan herhangi bir varlık kanıtını, herhangi bir kesinliği ya da varsayılan herhangi bir kı~iterolojiyi yapı-çözüme uğratır.ı~ . Her iki alıntıda da kurala ilişkin bir karar verilemezliğin olduğu ima edilir. Ancak, Wittgenstein açısından söylersek tek başına bu paragraf üzerinde odaklanmak Kripke'i doğrulasa da Wittgenstein'ın genel amacı açısından bu yorum savunulamaz gözükmektedir. Yukarıdaki ilk alıntıda Wittgenstein kendi fıkrini söylemekten çok muhatabın içine düştüğü amacı karikatürize eden bir yaklaşım sergiler. Bu durum aşağıdaki alıntıyla birlikte düşünüldüğünde daha açık bir hale gelmektedir: "Bir yasa tam da bu noktada ne yapmam gerektiğini bana nasıl gösterebilir? Yaptığım eyin hepsi, bir yorum sırasında kurallara uygundur. " -söylememiz gereken ,şey bu değil daha çok şudur: Her yorum yorumladığı ,şeyle beraber hâlâ havada asılı kalır ve ona herhangi bir destek veremez. Yorumlar kendi kendilerine, anlamı belirlemez. (198) Yukarıda oldukça güçlü bir analoji vardır. Buna göre Wittgenstein bütün olup bitenin bir yorumlama faaliyetinden ibaret olduğunu söyleyen muhatabına, yorum ile yorumladığı şey arasında bir gedik olduğunu vurgular. Ona göre, tek başına yorum bu boşluğu dolduramaz. Yorumun geçerli olabilmesi için bir desteğe gereksinimi vardır. Bizim benimsediğimiz yaklaşıma göre bu, bireyin ait olduğu özneler arasılıktır. Dilin, içinde anlam kazandığı toplumdur. Buradan şöyle bir sonuç çıkarmak mümkündür: Wittgenstein, Derrida'ya paralel olarak Husserlci saf özdeşliği reddeder; ancak ona göre Derridacı bir differance da kabul edilemez. O, toplum içindeki uylaşımın (Derrida'ya göre presence) differance'ın önünü alacağını düşünür. Bu yargıyı şu şekilde açmak mümkündür.

4.1.Bir kurala uymamıza olanak tanıyan şey nedir? Acaba kural kendi içinde uygulamasını da barındırır mı? Örneğin, "→" Bu ok nasıl işaret eder? O içinde, kendisinden başka bir şeyi taşıyor gibi görünmüyor mu?"(454) (...) Ona yaşam veren nedir? -O kullanımda canlıdır. Yaşam mı onun içinde soluk alır? -Yoksa kullanım mı onun yaşamıdır? (432) Wittgenstein 'a göre tek başına bir işaret anlamı belirlemez; bir göstergeye anlam vermemize olanak tanıyan şey toplumsal arka plandır. Onun toplum içindeki kullanımıdır. Bu açıdan baktığımızda Derrida'nın Husserl'in anlatma ile gösterme arasında yaptığı ayrımı eleştirisi Wittgenstein 'ın anlam platonizmini eleştirisine benzer.ı8 Diğer bir deyişle, her iki düşünür de özellikle, anlamın zihinde kendiliğinden bulunuşunu eleştirmektedir. Ancak Wittgenstein, kullanımın anlamı belirleyeceği şeklindeki düşüncesiyle ondan ayrılır. Bir örnek üzerinde söylersek, rakamların öğrenimi sonsuza açılan bir dissemination'dır. Ama 1, 3, 5, dizesine 7, 9, 11 yazmamıza olanak tanıyan şey (toplumsal uzlaşım) bu saçılımı bir düzene sokar. (krş. 430-431 )

4.2. Gelinen bu noktada J. Margolis'in konuyla ilgili bir değerlendirmesi- ne yer vermek yararlı olacaktır. Ona göre Derrida ve Wittgenstein arasındaki en önemli fark şudur: Derrida, dilin, Nietzscheci anlamda temelden metaforik bir doğaya sahip olduğunda ısrar ederken; Wittgenstein, sosyal olarak anlaşılabilen ve denetlenebilen, bu haliyle de Nietzsche'nin tahripçi nosyonunu kabul etmeyen doğal dilde ısrar eder.9 Bu açıdan baktığımızda Derrida büyük olasılıkla Wittgenstein'ı doğal dilin büyüsüne kapılmış bir logosentrik olarak değerlendirecektir. Ancak S. Zizek'in de gayet ikna edici bir biçimde gösterdiği üzere yapıbozumcunun `üstdil diye bir şey olmadığından, hiçbir sözcenin tam olarak söylemeye niyet ettiği şeyi söyleyemeyeceğinden, sözceleme sürecinin sözceyi her zaman bozacağından her zaman emin olabildiği konum, en saf, en radikal biçimiyle üstdil konum"dur.2° Diğer bir deyişle hiçbir üstdil konumu olmadığını söylemek ironik bir biçimde bir üstdil konumunda olmak (logosentrik) anlamına gelir. Ya da Megill'in yorumuyla söylersek, Derrida postmodern bir şiirsellik içinde olduğu kadar haham Derrida sıfatıyla, şeylerde hâlâ bir hakikat arar konumdadır (positions) Bu değerlendirmeler en azından bize şunu söyleme olasılığı verir: Eleştiri yapabilmemiz tam da kaçınmak isteğimiz logosentrizmle mümkündür. Ele aldığımız konu özelinde ifade edersek düştükleri açmaz bakımından Derrida , Wittgenstein'dan daha tutarlı değildir.

5. Bir fılozofu bir başka fılozofun terimleriyle anlamaya çalışmanın indirgemeci bir yönü olduğu gerçektir. Bununla birlikte bu yöndeki bir denemenin bize şöyle bir avantaj sağlayacağını düşünmekteyiz: Derrida'nın terimleriyle Wittgensten'ı okumak onun felsefesini daha işlevsel bir hâle getirebilir. Wittgenstein'dan hareketle Derrida'yı okumak ise, bize, Derrida sonrası için bir ümit verir. Salt Derrida'yı konuşmak, bize Derrida sonrası için bir şey söylemez; çünkü dekonstrüksiyon bütün olup bitenin içinde cereyan ettiği bir karadelik gibidir. Buna karşın Wittgenstein 'ın, Derridayla paralel görünen yönleri bir prologomena amacı taşır: Gelecekte ortaya çıkacak bütün metafıziklere bir prologomena. Neticede eleştiri, yeni bir başlangıç için yapıldığında anlamlıdır; bize bir gelecek vaat etmediğinde ise yıkımı (deconstruction) olmaya adaydır. Wittgenstein açısından salt dekonstrüksiyon'un yeterli görünmemesinin bir sebebi de budur. Bu değerlendirmeyle Derrida'yı `felsefenin sonunu getirdiği' türünden popüler yorumlara dönüştürme niyetinde değiliz. J. Caputo'nun incelikli analizlerinin de gösterdiği üzere kaos, bazen kozmos için de olabilir.23 Ama bu yorumun herkesi ikna edeceğini beklemek de bir iyimserlik olsa gerek.

Hiç yorum yok: