İNSAN ÜSTÜNE BİR DENEME - DİL
DİL VE SÖYLENCE
Dil ve söylence (mythos) yakın akrabadırlar. İnsan kültürünün ilk evrelerinde dil ve söylencenin ilişkisi öylesine yakın ve işbirlikleri öylesine apaçıktır ki birini ötekinden ayırmak hemen hemen olanaksızdır. Onlar bir ve aynı kökten çıkan iki ayrı girişimdirler. İnsana rastladığımız her yerde onu konuşma yeteneğine sahip ve söylence yapma işlevinin etkisi altında buluyoruz. Bu nedenle insanbilimsel bir felsefenin bu açıkça belirtilmiş insansal özelliklerin her ikisini de ortak bir başlık altında toplâması imrendirici :bir işti. Çok kez bu yönde girişimlerde bulunulmuştur. F. Max Müller, içinde söylencenin yalnızca dilin bir yan ürünü olarak açıklandığı ilginç bir kuram geliştirmiştir. 0, söylenceyi nedenleri konuşma yeteneğinde aranması gereken bir tür düşünsel hastalık olarak kabul etmişti. Dil, gerçek doğası ve özü gereği eğretilemelere(istiare) dayanır. Nesneleri . doğrudan doğruya betimleyemediği için dolaylı betimleme biçimlerine, belirsiz ve iki anlamlı terimlere başvurur:.İşte Max Müller'e göre söylence, kökenini dildeki bu belirsizliğe borçlu olup düşünsel besinini her zâman bu belirsizlikten sağlamıştır.
Müller diyor ki: Söylencebilim (mitoloji) sorunu gerçekte bir ruhbilim sorunu ve ruhumuz genellikle dil aracılığıyla nesnelleştiği için dilbiliminin bir sorunu haline gelmiştir. Bu benim söylenceyi bir düşünce hastalığı yerine neden... bir dil hastalığı olarak adlandırdığımı açıklayacaktır... Dil ve düşünce birbirlerinden ayrılamazlar. ve... bu nedenle de bir dil hastalığı bir düşünce hastalığının eşidir. En yetkin Tanrıyı her türden suçu işleyen, insanlar tarafından aldatılan, karısına kızan ve çocuklarına karşı çok sert olan bir varlık olarak tanıtmak hiç kuşkusuz bir hastalık belirtisi, düşüncenin alışılmamış koşulu ya da daha açık konuşursak gerçek .bir çılgınlıktır... Söylencebilimsel hastalığın bir örneğidir.
Antik dil, özellikle dinsel amaçlar için kullanılması güç bir dildir. İnsan dilinde soyut kavramları eğretilemeler olmaksızın dile getirmek olanaksızdır. Ve eğer antik dinin tüm sözlüğü eğretilemelerden oluşmuştu dersek durumu pek abartmış sayılmayız... İşte gerek dinde gerekse antik dünyanın söylencebiliminde yer almış. olan pek çok yanlış anlamaların değişmez kaynağı buradadır ama, bir temel insan etkinliğini yalnızca bir bozukluk, bir düşünsel hastalık türü olarak görmek pek uygun bir yorum olarak kabul edilemez. İlkel anlığına göre söylence ve dilin ikiz kardeşmişler gibi ele alındığını görmemiz için bu türden garip ve zorlanmış kuramlara gereksinmemiz yok, Söylence de dil de insanlığın çok genel ve çok önceki bir deneyi üzerinde temellenirler. Bu deney fiziksel olmaktan çok toplumsal özellikte bir deneydir. Çocuk daha konuşmayı öğrenmeden çok önce başka insanlarla bildirişmenin daha basit araçlarını bulmuştur. Organik dünyanın tümü için de bulduğumuz rahatsızlık, acı, açlık veya, korku sesleri çocukta yeni bir biçim almaya başlarlar. Onlar artık basit içgüdüsel tepkiler değildirler. Çünkü daha bilinçli ve isteyerek kullanılırlar:.-Çocuk yalnız bırakıldığında aşağı yukarı anlaşılabilen seslerle annesini veya dadısını ister ve bu isteklerinin istediği etkiyi yarattığının bilincine varır. İlkel insan bu ilk temel toplumsal deneyi doğa bütünlüğüne aktarır. Onun için doğa ve toplum yalnızca en yakın bağlarla içten bağlantılı olmakla kalmazlar aynı zamanda uyumlu ve ayrılamaz bir bütün oluştururlar: Bu iki alanı ayıracak hiçbir kesin sınır çizgisi yoktur. Doğanın kendisi yaşamın toplamından başka bir şey olmayan büyük bir toplumdur. Bu açıdan ele alındıkta büyülü sözcüğün kullanımını ve özgül işlevini kolaylıkla anlayabiliriz. Büyüye inanma, yaşam dayanışmasına duyulan derin inanç üzerinde temellendirilmiştir. İlkel anlığı için sözcüğün sayısız durumlarda denenmiş olan toplumsal gücü; doğal, giderek doğaüstü bir güç haline gelir: İlkel insan, kendisini,her türden görünür ve görünmez tehlikelerle çevrelenmiş hisseder. O, bu tehlikeleri yalnızca fiziksel araçlarla alt edebileceğini umamaz. Dünya, ona göre cansız veya dilsiz bir şey olmayıp, işitebilen ve anlayabilen bir şeydir. Bu nedenle doğanın güçleri eğer kendilerinden uygun şekilde istenirse yardımlarını esirgemezler. Hiçbir şey büyülü Sözcüğe karşı duramaz, carmina ved coelo possunt deducere lunam*.(ilahiler gökten ayı bile indirebilir).
İnsan, büyüye giden yolu engelleyen ama aynı zamanda bir başka ve daha umut verici bir yol açan yeni bir tinsel güç geliştirmemiş olsaydı bu zorlukları hemen hemen hiç yenemeyecekti. Doğaya büyülü sözcük aracılığıyla boyun eğdirtmek umutlarının tümü boşa çıkmıştı. Ama bunun sonucu olarak insan, dil ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi daha başka bir ışık altında görmeye başladı. Sözcüğün büyüsel işlevi ortadan kalkmış ve yerine anlambilimsel işlevi geçmişti. Sözcük artık giz dolu güçler taşımıyordu; artık doğrudan doğruya fiziksel ya da doğa-üstü bir etkisi yoktu. Nesnelerin doğasını değiştiremediği gibi tanrıların veya demonların istencini de zorlayamıyordu. Bununla birlikte o, ne anlamsız ne de güçsüzdü. Yani, yalnızca bir Flatus vocis, salt bir hava soluğu değildi. Ama kesin özelliği fiziksel olmayıp mantıksal öz yapısı. Fiziksel yandan sözcüğün güçsüz olduğu öne sürülebilir, ancak mantıksal yönden o, daha yükseğe gerçekten en yüksek yere çıkarılmıştır. Logos (söz) evrenin ve insan bilgisinin ilk ilkesi olmuştur.
GREK FELSEFESİNDE
Bu geçiş Grek felsefesinin başlangıçlarında yer aldı. Bununla birlikte Herakleitos, Aristoteles'in Metafizik’inde kendilerinden eski doğabilimciler diye söz edilen Grek düşünürleri grubuna girer. O'nun tüm ilgisi görüngüler dünyası üzerinde yoğunlaşmıştı. O, görüngüler dünyasının ‘’oluşun’’ dünyasının üzerinde daha yüksek bir alanın, salt "varlığın" ideal veya öncesiz sonrasız düzeninin bulunduğunu kabul etmez, yalnızca değişme olgusunu yeterli bulmaz; değişmenin ilkesini arar. Herakleitos'a göre bu ilke, özdeksel bir şeyde bulunamaz. Evrensel düzenin doğru yorumunun ipucu özdeksel değil, insansal dünyadır. Bu insansal dünyada konuşma yetisi odak noktasında oluşturmaktadır. Bu nedenle, eğer evrenin anlamını kavramak istiyorsak konuşmanın ne anlama geldiğini anlamamız gerekir. Eğer bu yaklaşımı -yani fiziksel görüngülerden çok, dil aracılığıyla yaklaşımı- bulmada başarısızlığa uğrarsak felsefeye açılan kapıyı da yitirmiş oluruz. Herakleitos'un düşüncelerinde bile sözcük yani logos yalnızca insanbilimsel bir görüngü değildir. Genelgeçer evrensel bir doğruluğa sahip olduğu için o kendi insansal dünyamızın dar sınırları içinde sınırlandırılmamıştır. Ama sözcük büyülü bir güç olarak değil, kendi anlambilimsel (semantik) ve simgesel işlevi içinde kavranmıştır. Herakleitos, .Beni değil, sözcüğü (logosun sesini) dinleyin ve bütün şeylerin bir tek şey olduğunu açıkça söyleyin diye yazıyor..
İlk Grek düşüncesi bir doğa felsefesinden bir dil felsefesine böylece geçmiştir. Ama o burada yeni ve önemli güçlüklerle karşılaşmıştır. Anlamın anlamından daha şaşırtıcı ve anlaşılması güç bir sorun olamayacağı konusunda kuşkuya yer yoktıır. Günümüzde bile dilbilimci, ruhbilimcı ve felsefeciler bu konu üzerinde birbirinden çok ayrı görüşler öne sürüyorlar.
Antik felsefe bu karmaşık sorunun tüm yönleriyle doğrudan doğruya uğraşamazdı. Ancak bir çözüm denemesi yapabilirdi. Bu çözüm ise ilk Grek düşüncesinde genellikle kabul edilmiş ve kesinlikle yerleşmiş görünen bir ilke üzerinde temelleniyordu. Tüm değişik okullar -Diyalektikçiler kadar Fizyologlar da bilen özne ile ,bilinen gerçeklik arasında bir özdeşlik olmaksızın bilgi olgusunun açıklanamayacağı varsayımından yola. çıkıyorlardı. İdealizm ve Realizm bu ilkeyi uygulayışlarında her ne kadar ayrılıyorlarsa da ilkenin doğruluğunu onaylamada uyuşuyorlardı. Parmenides, bir ve aynı şey olduklarından, varlıkla ,düşünceyi ayıramayacağımızı dile getirdi. Doğa filozofları bu özdeşliği kesinlikle özdeksel bir anlamda anlayıp yorumladılar. Eğer biz insanın doğasını çözümlersek fiziksel dünyanın her yanında ortaya çıkan aynı ögeler bileşkesini buluruz. Küçük bir dünya ve evrenin tam karşılığı olan insan evrene ilişkin bilgilerımizi olanaklı kılar. Empedokles diyor ki: Çünkü biz toprakla toprağı; suyla suyu; hava aracılığıyla tanrıça Hâvayı, ateş aracılığı ile yokedici Ateş'i görürüz. Sevgiyi görmemiz sevgi aracılığıyla; Nefret'i görmemiz ise somurtkan nefret aracılığıyla olur.
Bu genel kuram onaylandığında anlamın anlamı nedir? Anlam, ilkin ve her şeyden önce varlık aracılığıyla açıklanmalıdır; çünkü varlık ya da töz doğruluk (hakikat) ve gerçekliği (realite) bağlayıp birbirine birleştiren en evrensel deyidir (kategori). Bir sözcük, eğer dile getirdiği şeyle kendisi arasında en azından bir özdeşlik olmasaydı o şey anlamına gelemezdi. Simge ile nesnesi arasındaki bağlantı yalnızca uzlaşımsal değil, doğal bir bağlantı olmak zorundadır. Böylesine doğal .bir bağlantı olmadan insan diline özgü bir sözcük görevini yerine getiremez; kavranılamaz duruma, gelir. Eğer bir dil kuramından çok, genel bilgi kuramından kaynaklanan bu önvarsayımı (presupposition) kabul edersek hemen yansıtıcı uyumla yapılmış sözcükler öğretisi ile karşı karşıya geliriz. Adlarla nesneler arasındaki gediği tek başına bu öğretinin kapatmaya gücü varmış gibi görünür. Öte yandan adlarla nesneler arasına kurulan köprü daha onu ilk kullanma girişimimizde yıkılır.
PLATON
Platon'un bu savı çürütmesi için onu tüm sonuçlarını gösterecek şekilde geliştirmesi yeterli 'olmuştur. Kratylos diyaloğunda Sokrates bu savı ironik bir biçimde kabul eder. Ama bu onaylamanın nedeni, yalnızca bu savı yapısındaki saçmalık aracılığıyla yıkma isteğidir. Tüm dilin ses öykünmesinden kaynaklandığını öne süren kuramı Platon'un değerlendirmesi, konuyu gülünçleştirip alaya almasıyla sonuçlanır. Sözcüklerin ses öykünmesiyle yapıldığını öne süren sav yüzyıllar boyunca egemen olmuştur. Giderek yeni yazında bile kesin olarâk ortadan kalkmamıştır. Ancak artık Platon'un Kraiylos da örneklerini verdiği bön biçimlerde ortaya çıkmamaktadır.
Bu sava yapılan en açık karşı çıkış, bizim ortak-dilin sözcüklerini çözümlerken seslerle nesneler arasında varolduğu öne sürülen benzerliği bulmada genellikle büyük bir şaşkınlığa düştüğümüz olgusudur. Ama bu güçlük, insan dilinin başlangıçtan beri değişme ve bozulmaya konu olmuş olduğuna değinilerek ortadan kaldırılabilir. Bu nedenle dilin şimdiki durumu bizim için yeterli olamaz. eğer nesneleri ile kendilerini birleştiren bağı araştırmak istiyorsak. terimlerimizi geriye kökenlerine doğru izlememiz, türetilmiş sözcüklerden -geriye, ilk ya da kök sözcüklere gitmemiz gerekir. Yani her terimin kökenini (etymon), doğru ve özgün biçimini. bulmamız gerekir. Bu ilkeye göre, kökenbilim yalnızca dilbilimin odağı olmakla kalmamakta aynı zamanda dil felsefesinin de temel taşlarından biri olmaktadır. Grek gramercileri ve filozofları tarafından kullanılmış olan ilk kökenbilgiler hiçbir kuramsal ya da tarihsel kaygıdan zarar görmediler.
Ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısına gelinceye değin bilimsel ilkeler üzerinde temellendirilen bir kökenbilim ortaya çıkmadı. Bu tarihe gelinceye değin her şey olanaklıydı ve en düşsel ve garip açıklamalar seve seve onaylanıyorlardı. Olumlu kökenbilimlerin yanında Liıcus a non lucendo*" türün den ünlü olumsuz kökenbilimler de vardı. Bu şemalar yerlerini korudukları sürece adlar ve nesneler arasındaki doğal ilişki kuramı, felsefi bakımdan haklı çıkarılabilir bir kuram olarak göründü. Ama daha başlangıçtan bu kurama uygun olmayan başka genel düşünceler vardı. Grek sofistleri bir anlamda Herakleitos'un öğrencileriydiler. Platon, Theaitetos diyaloğunda sofistlerin bilgi kuramının hiçbir özgünlüğü olmadığını söyleyecek kadar ileri gitti. 0, bu kuramın Herakleitos'un herşeyin akışı öğretisinin zorunlu sonucu ve ürünü olduğunu öne sürdü. Ama Herakleitos'la sofistler arasında ortadan kaldırılması olanaksız bir ayrım vardı. Herakleitos'a göre Logoş, yani sözcük evrensel metafiziksel. bir ilke idi. Bu ilkenin genel doğruluğu ve nesnel geçerliliği vardı. Ama sofistler artık Herakleitos'un tüm nesnelerin, evrensel ve ahlaksal düzenin kökeni ve ilk ilkesi olarak savunduğu kutsal sözcüğü kabul etmiyorlardı. Dil kuramın- da baş rolü metafizik değil, insanbilim (antropolöji) oynuyordu. İnsan evrenin odağı olmuştu. Protagoras'ın özdeyişine göre «Her şeyin ölçüsü insandır. Var-olanlar var oldukları, varolmayanlar var olmadıkları için... Bu nedenle fiziksel nesnelerin dünyasında dil için bir açıklamâ aramak boş ve yararsızdır.
Sofistler insan diline yeni ve daha basit bir yaklaşım şekli bulmuşlardı. Onlar dilbilimsel ve dilbilgisel sorunları dizgesel olarak ilk ele alanlardı. Yine de onlar bu sorunlarla yalnızca kuramsal anlamında ilgilenmekteydiler. Bir dil kuramının yerine getirmesi gereken başka ve daha ivedi görevleri vardır. 0 bize kendi günlük toplumsal ve siyasal dünyamızda nasıl konuşacağımızı ve eylemde bulunacağımızı öğretmek zorundadır.
5. yüzyıl yaşamında dil, belirli, somut; kılgısal amaçlar için bir araç olmuştu. O, büyük siyasal savaşımlarda en güçlü silahtı. Bu araca sahip olmayan hiç kimse önder rolünü oynamayı bekleyemezdi. Dili doğru biçimde kullanmak ve sürekli olarak geliştirip güçlendirmek yaşamsal önem taşıyordu. Sofistler bu amaç için yeni bir bilgi dalı yarattılar. Dilbilgisi veya kökenbilim değil, söylevcilik (rhetonic) onların gerçek ilgi alanı oldu. Sofistlerin bilgi (sophia) tanımında söylevcilik odak noktayı tutmakta- dır. Terimlerin veya adların ‘’doğruluk» veya “doğru oluş”larına ilişkin tüm tartışmalar yararsız ya da yüzeysel tartışmalar haline geldi. Çünkü sofistlere göre adlar nesnelerin doğasını dile getirmek üzere kullanılmazlar, nesnel karşılıkları yoktur. Onların gerçek görevi, nesneleri betimlemek değil, insanda duygular uyandırmak; yalnızca düşün ve düşünceler taşımakla kalmayıp insanları belli eylemlere itmektir.
Şimdiye dek söylencebilimsel, metafiziksel ve kullanımsal olmak üzere dilin işlev ve değerine ilişkin üç tür anlâyışla karşılaştık: Ama tüm bu değerlendirmeler bir anlamda konu dışında kalıyorlar, çünkü hepsi de dilin en önemli özelliklerinden birini göz önüne almıyorlar. En temel insansal deyiler yalnızca keyfi göstergeler olmadıkları gibi fiziksel nesnelere göndermede bulunmazlar. Füsei on*(doğadan varolan) veya thesei on**(sonradan konmuş olan) seçeneği onlara uygulanmaz. Onlar “yapma” olmayıp “doğal”dırlar; amâ dış nesnelerin doğası ile hiç bir bağlantıları yoktur. Yalnızca kanı, âdet veya alışkanlıklara dayanmazlar; kökleri çok daha derinlerdedir. Qnlar insan duygularının istençsiz anlatımları, ünlemler ve ansızdan ansızın çıkıveren sözcüklerdir. Bu ünlemsel kuramın bir doğabilimcisi, Grek düşünürleri içindeki en büyük bilgin tarafından sunulmuş olması bir rastlantı değildi.
Demokritos, insan dilinin duygusal Özyapıdaki belli seslerden kaynaklandığı savını ilk ortaya atan düşünürdü, Daha sonra, Epicuros ve Lucretius 'da Demokritos'un yetkisine dayanarak aynı görüşü savundular. Bu görüşün dil kuramı üzerinde sürekli .bir etkisi oldu. Üstelik 18. yüzyıla değin hemen hemen aynı biçimde Vico veya Rousseau gibi düşünürlerce de savunuldu. Bu ünlemsel savın büyük yararlarını bilimsel görüş açısından anlamak kolaydır. Burada bizim artık yalnızca kurguya (speculation) dayanmak zorunda olmadığımız görülüyor. Biz pekiştirilebilir bazı olguları ortaya çıkarmış bulunmaktayız ve bu olgular insansal olanla sınırlanmış değiller. İnsan konuşması (dili) doğâca tüm canlı yaratıklara verilmiş temel bir içgüdüye indirgenebilir. Yeğin korku, öfke, acı ya da sevinç çığlıkları insana özgü özellikler değildirler: Onları hayvansal dünyanın her yanında buluruz. Toplumsal konuşma olgusunu geriye bu dirimbilimsel nedene götürmekten daha usa yatkın bir şey olamazdı. Eğer Demokritos'un öğrencilerinin ve izleyicilerin savını benimsersek anlambilim artık ayrı bir bilgi alanı olamaz. Dirimbilim ve fizyolojinin alanı hale gelir.
Buna karşın ünlemsel kuram, dirimbilimin kendisi yeni bir bilimsel temel buluncaya değin olgunlaşamazdı. İnsan konuşmasını belli dirimbilimsel olgularla birleştirmek yeterli değildi. Bu bağlantının evrensel bir ilke ile temellendirilmesi gerekiyordu. Böyle bir ilke, evrim kuramınca sağlândı.
DARWİN
Darwin'in kitabı çıktığında yalnız bilim adamları ve filozoflarca değil, dilbilimcilerce de büyük bir coşkunlukla karşılandı. İlk yazıları ile Hegel'e bağlı ve 0'nun öğrencisi olduğunu gösteren August Schleicher Darwin'in yandaşı oldu. Darwin'in kendisi konusunu kesinlikle bir doğalcının görüş açısıyla ele almıştı. Ama genel yöntemi dilbilimsel olaylara da kolaylıkla uygulanabildiği için O, dilbilim alanında, araştırılmamış bir yönden söz açmış gibi göründü. İnsan ve Hayvanlardaki Duygııların Anlatımı' başlıklı kitabında Darwin dile getirici ses ya da ~edimlerin kesin dirimbilimsel gereksinmelerce buyurulduklarını ve belirli dirimbilimsel kurallara göre kullanıldıklarını göstermiştir. Bu açıdan yaklaşıldıkta dilin kökenine ilişkin eski bilmece, kesinlikle deneysel ve bilimsel bir tutumla ele alınabilirdi. Böylece insan dili devlet içinde bir devlet olmaktan çıktı ve genel bir doğal yetenek oldu.
Ama burada temel bir güçlük yine yerinde kalıyordu. Dilin kökenine ilişkin dirimbilimsel kuramların yaratıcıları ağâçları yüzünden ormanı görmekte başarısızlığa düştüler, onlar ünlemden konuşmayâ giden dolaysız bir yol bulunduğu varsayımı ile işe başladılar. Ama bu, sorunu çözümlemek değil, kanıtlanmış olduğunu varsaymaktı. Açıklanması gereken yalnızca insan konuşması olgusu olmayıp bu olgunun yapısıydı.
DUYGUSAL DİL - ÖNERME DİLİ
Bu yapının çözümlenmesi duygusal dille önerme dili arasında köktenci bir ayrım bulunduğunu ortaya çıkarır. Bu iki dil aynı düzeyde değildirler. Onları genetik olarak birleştirme olanağı bulunsaydı bile, birinden karşıtı olan ötekine geçiş her zaman mantıksal açıdan bir metabasis eis allo genos, yani bir cinsten bir başka cinse geçiş olarak kalmak zorundadır. Görebildiğim kadarıyla hiçbir dirimbilimsel kuramın mantıksal ve yapısal ayrımı ortadan kaldırmayı başaramamıştır. Önermesel dille duygusal dili ayıran sınır çizgisini herhangi bir hayvanın aşmış olup olmadığı konusunda hiçbir ruh- bilimsel kanıtımız yok. «Hayvan dili~ olarak adlandırılan dil, her zaman tümüyle öznel bir dil olarak kalır; çeşitli duygu durumlarım dile getirir ama nesneleri ayırıp betimleyemez°. Öte yandan, kültürünün en aşağı evrelerinde bile insanın yalnızca duygusal bir dile ya da bir jestler diline indirgendiği konusunda da hiç bir tarihsel kanıt yok. Eğer biz kesinlikle deneysel olan bir yöntem izlemeyi istiyorsak olasılıkları düşünülebilsek bile en azından kuşkulu ve koşullu olan bu türden varsayımlardan vazgeçmemiz gerekir.
OTTO JESPERSEN
Gerçekten de bu kuramları daha yakından incelediğimiz zaman dayandıkları temel ilkenin kuşku, götürür bir ilke olduğunu görüyoruz. Bu kuramların savunucuları kısa bir süre sonra ilk bakışta yadsır ya da en azından küçümser gibi göründükleri aynı ayrımı onaylamak ve vurgulamak zorunda kalıyorlar. Bu olguyu gösterebilmek için birincisi dilbilimden ikincisi ruhbilimsel ve felsefî yazından alınmış iki somut örnek seçeceğim. Otto Jespersen dılin kökeni gibi eski bir soruna büyük bir ilgi duymayı sürdüren modern dilbilimcilerden sonuncusuydu belki de. 0, bu soruna ilişkin önceki tüm çözümlerin yetersizliklerini yadsımıyordu. Ger,çekte o, daha başarılı olacağını umduğu ve enine boyuna açıkladığı yeni bir,yöntemi bulmuş olduğuna inanmaktaydı. Jespersen diyor ki: Öğütlediğim ve ilk kez tarafımdan tatarlı bir şekilde uygulanan yöntem, kullandığımız modern dilleri tarihin ve gereçlerimizin elverdiği ölçüde geriye doğru izlemektir... Eğer bu süreçle sonunda artık gerçek bir dil olarak değil de dil öncesi bir şey olarak adlandırabileceğimiz, ağızdan çıkan sesler betimlemesine ulaşırsak o zaman sorunumuz çözümlenmiş olacaktır. Çünkü, hiçlikten bir şey yaratma, insan anlığı tarafından hiçbir zaman kavranamadığı halde, değişim anlayabileceğimiz bir şeydir.
Bu kurama göre, böylesine bir değişim, başlangıçta duygusal çığlıklar ya.' da belki de müzikal anlatımlardan başka bir şey olmayan insansal sözler, adlar olarak kullanıldıklarında başgösterdi. Bâşlangıçta karmakarışık anlamsız seslerden ibaret olan bir şey, bu şekilde bir düşünce aracı haline geldi. Örneğin yenilgiye uğratılıp öldürülen bir düşman üzerine belli bir melodi ve bir sesler birleşimi olarak söylenen bir yengi ezgisi, bu özel olay ya da düşmanını öldüren insan için uygun bir ada dönüştürülebilirdi. Ve artık bu gelişme, anlatımın benzer durumlara eğretilemelere dayanarak aktarılması ile sürdürülebilirdi. Ama, tüm sorunumuzu cok dar bir şekilde içeren kesinlikle bu eğretilemelere dayanan aktarımdır. Böyle bir ortamın şimdiye değin yalnızca birer çığlık, güçlü duyguların istenç dışı boşalımları olmuş olan sesli sözlerin tümüyle yeni bir görev görmekte oldukları anlamına gelir. Onlar, belirli bir anlam taşıyan simgeler olarak kullanılmaktadırlar: Jespersen, Benfey'in ünlemle sözcük arasında ünlemin dilin olumsuzlanması olduğunu söylememize yetecek kadar büyük bir uçurum bulunduğu konusundaki bir gözleminden söz ediyor. Ünlem dilin olumsuzlanmasıdır, çünkü biz ünlemleri ya konuşamadığımız ya da konuşmayacağımız zaman kullanırız. Jespersen'e göre dil, ünlemle anlatımın yerine, bildirişme geçtiğinden doğmuştur. Ama bu önemli adımın nedeni, bu kuramca açıklanmamış yalnızca böyle bir şey olduğu varsayılmıştır.
Aynı eleştiri Grace de Laguna'nın kitabı Speech. Its Function and Develozımeni (Konuşma, İşlevi ve Gelişmesi)'da geliştirdiği sav için de geçerlidir. Burada sorunun çok daha ayrıntılı ve özenle hazırlanmış bir değerlendirmesini buluyoruz. Jespersen'ın kitabında zaman zaman rastladığımız daha çok düşsel olan kavramlar, burada ortadan kaldırılıyorlar.
Çığlıktan konuşmaya geçiş aşamalı bir dışlaştırma (objectification) süreci olarak betimleniyor. Duruma ilişkin ilkel duygusal nitelikler, tüm olarak değişikliğe uğradıkları gibi, durumun algılanan özelliklerinden de ayrılıyorlar. ’’... hissedilmekten çok bilinen nesneler ortaya çıkıyorlar... Bu artan koşulluluk dizgesel bir biçim alıyor... sonunda... gerçekliğin nesnel düzeni ortaya çıkıp dünya gerçekten bilinir hale geliyor’’, Bu dışlaştırma ve dizgeleştirme gerçekte insan dil'inin en temel ve en önemli görevidir. Ama yalnızca ünlemsel bir kuramın bu kesin adımı nasıl açıklayabileceğini anlayamıyorum. Ayrıca, Profesör de Laguna'nın açıklamasında ünlemlerle adlar arasındaki aralık kapatılmamıştır; tersine çok daha kesin bir biçimde göze çarpmaktadır. Genel olarak konuşuldukta, konuşmanın salt ünlemlerden gelişme yoluyla oluşmuş olduğuna inanmaya eğilim göstermiş olan yazarların sonunda ünlemlerle adlar arasındaki ayrımın aralarında varolduğu sanılan özdeşlikten çok daha büyük' ve çok daha önemli olduğu sonucuna itilmeleri dikkate değer bir olgudur. Örneğin, Gardiner insan ve hayvan dili arasında «temelli bir türdeşlik bulunduğu açıklaması ile işe başlıyor: Ama, kuramını geliştirirken hayvan dili ile insan konuşması arasında bu temelli türdeşliği hemen hemen gölgede bırakacak kadar canalıcı bir ayrım bulunduğunu kabul etmek zorunda kalıyor. Görünüşteki benzerlik gerçekte yalnızca biçimsel, işlevsel ayrı cinstenliği dışta bırakmayıp tersine önemle dile getiren özdeksel bir bağlantıdır.
DİLİN KÖKENİ
Dilin kökeni sorusu insan anlığı için her zaman garip ve büyüleyici etkisi olan bir soru olmuştur. Anlığının ilk pırıltılarıyla birlikte insan, bu sorun üzerinde düşünmeye başlamıştır. Söylencebilimsel öykülerin çoğundan insanın Tanrıdan ya da göksel bir öğretmenin yardımıyla konuşmayı nasıl öğrendiği konusunda bilgi alırız. Eğer söylencebilimsel düşüncenin ilk öncüllerini kabul edersek dilin kökenine duyulan bu ilgi kolaylıkla anlaşılabilir. Söylence fiziksel ve insansal dünyanın şimdiki durumunu uzak geçmişe geri gidip nesnelerin bu ilkel evresinden çıkarmaktan başka bir açıklama biçimi bilmez. Ama aynı eğilimin felsefi düşüncede hâlâ egemen olduğunu görmek hem şaşırtıcı hem de aykırı-kanısal bir durumdur. Burada dizgesel soru yüzyıllar boyunca genetik tarafından gölgede bırakılmıştır. Bir kez genetik soru çözümlenirse bunun kaçınılmaz sonucu olarak tüm öteki sorunların da hemen çözümleneceği düşünülmüştü. Ama genel bilgikuramsal görüş açısından bu asılsız bir varsayımdı. Bilgi kuramı bize genetikle dizgesel sorunlar arasına her zaman kesin bir sınır' çizgisi çizmemiz gerektiğini öğretmiştir. Bu iki tipin karıştırılması yanıltıcı ve tehlikelidir. Öteki bilgi dallarında kesinlikle yerleşmiş olduğu görülen bu yöntembilimsel kural nasıl olup da dilbilimsel sorunlarla uğraşılırken unutulmuştur?
Dile ilişkin tüm .tarihsel kanıtlara sahip olmak hiç kuşku yok ki çok ilginç ve önemli olabilirdi. Örneğin dünyadaki tüm dillerin bir ortak kaynaktan mı veya ayrı ve bağımsız köklerden mi çıkmış oldukları sorusunu yanıtlayabilmek ve bağımsız deyimlerle dilbilimsel tiplerin gelişmesini adım adım izleyebilmek herhalde işimizi çok kolaylaştırabilirdi. Ama tüm bunlar da bir dil felsefesinin temel sorunlarını çözümlemeye yetmezdi. Felsefede yalnızca şeylerin akışını, olguların süre dizinini kendimiz için bulamayız. Burada felsefî bilginin yalnızca ‘’oluşun’’ değil ‘’varlığın” bilgisi olduğuna ilişkin Platoncu tanımı bir anlamda her zaman. kabul ' etmemiz gerekir. Kuşkusuz dilin zaman dışında ve ötesinde bir varlığı yoktur.0 öncesiz sonrasız idealar alanına girmez. Değişme -sesbilgisel, benzeşimli, anlambilimsel değişme dilin temel ögesidir.
Yine de tüm bu olayların incelenmesi bizim dilin genel işlevini anlamamız için yetmez. Çünkü biz, her simgesel biçim için tarihsel verilere bağlıyız. Söylence, din,, sanat, dil ‘’nedirler?» türünden bir soru tümüyle soyut bir yolla, bir mantıksal tanımla yanıtlanamaz. Öte yandan din, sanat ve dili incelerken biz her zaman ayrı bir bilgi tipine ait genel yapısal sorunlarla karşılaşırız. Bu sorunlar ayrıca ele alınmalıdır; onlar yalnızca tarihsel araştırmalarla incelenip çözümlenemezler.
DİLBİLİM ÇALIŞMALARI
19. yüzyılda tarihin insan konuşmasını bilimsel olarak incelemek için biricik ipucu olduğu kanısı henüz geçerli ve genellikle onaylanmış bir kanı idi. Dilbilimin tüm büyük başarıları, tarihsel ilgileri hemen hemen başka her düşünce eğilimini engelleyecek ölçüde egemen olan bilginlerce gerçekleştirildi: Jakob Grimm, Germen dillerinin bir karşılaştırmalı dilbilgisi için ilk temeli kurdu. Hint-Avrupa dilinin karşılaştırmalı dilbilgisi Bopp ve Pott tarafından başlatılıp A. Schleicher, Karl Brugmann ve B. Delbürck tarafından yetkinleştirildi. Dilbilimsel tarihin ilkeleri sorusunu ilk ortaya atan Hermann Paul oldu. 0, tek başına tarihsel bilginin insan konuşmasının tüm sorunlarını çözemeyeceği gerçeğinin bilincine tam olarâk varmıştı. Tarıhsel bılgınin her zaman bir dizgesel tümleyiciye gereksinmesi olduğunu vurguladı. 0'na göre tarihsel bilgi dalına karşılık olup tarihsel objelerin içinde geliştikleri genel koşullarla uğraşan ve insansal olayların tüm değişmelerine karşın değişmeden kalan etkenleri araştıran bir 'bilim vardı. On dokuzuncu yüzyıl yalnızca tarihsel bir yüzyıl olmayıp ruhbilimsel bir yüzyıldı da. Bu nedenle dilbilimsel tarihin ilkelerinin ruhbilim alanında aranmaları ,gerektiğinin düşünülmesi yalnızca doğal değil giderek kendiliğinden apaçık olan bir. şey gibi görünüyordu. Bunlar dilbilimsel incelemelerin iki başlangıç noktası oldular.
BLOOMFİELD
Leonard Bloomfield diyor ki “Paul ve çağdaşlarının çoğu Hint-Avrupa dilleri ile uğraştılar ve betimsel sorunları savsakladıkları için tarihleri bilinmeyen dillerle uğraşmayı yadsıdılar. Bu sınırlama onları yabancı tiplerdeki dilbilgisel yapıların bilgisinden yoksun bıraktı. Oysa eğer onlar bu yabancı tiplere de eğilselerdi Hint-Avrupa dilbilgisinin temel özelliklerinin bile insan konuşması için kesinlikle tümel geçer olmadığı gerçeği ile karşılaşmış olacaklardı. Ama büyük bir tarihsel araştırma nehrinin yanısıra akan küçük de olsa gittikçe hızlanan bir genel dilbilimsel inceleme akımı vardı... Bazı öğrenciler betimsel ve tarihsel incelemeler arasındaki doğal ilişkiyi zamanla daha açık seçik bir şekilde görmeye başladılar... Bu iki inceleme akımının, tarihsel- karşılaştırmalı ve felsefi betimselin birbirlerine karışıp birleşmeleri ondokuzuncu yüzyılın Hint-Avrupa uzmanlarınca görülmemiş olan bazı ilkeleri apaçık olarak ortaya çıkardı. Dilin tüm tarihsel incelenmesi iki ya da daha çok betimsel veri dizisinin karşılaştırılması üzerinde temellendirildi. O, ancak bu verilerin izin verdiği ölçüde doğru ve tam olabilirdi. İnsanın bir dili betimlemesi için hiçbir tarihsel bilgiye gereksinmesi yoktur. Aslında böyle bir bilginin yaptığı betimlemeyi etkilemesine izin veren gözlemci, verilerini çarpıtmak zorundadır. Eğer betimlemelerimizin karşılaştırmalı çalışma için sağlam bir temel oluşturmalarını istiyorsak önyargısız olmalarım sağlamamız gerekir
WILHELM VON HUMBOLDT
Bu yöntembilimsel ilke, ilk ve bir anlamda klasik anlatımını büyük bir dilbilimci ve büyük bir filozof olan Wilhelm von Humboldt'un yapıtında ,buldu. Wilhelm von Humboldt yeryüzündeki dilleri sınıflama ve onları belli temel tiplere indirgeme yönünde ilk adımı attı. 0, bu amaç için salt tarihsel yöntemleri kullanamazdı. İncelediği diller artık yalnızca Hint-Avrupa dil tipleri değildi. Onun ilgisi gerçekten çok geniş kapsamlı olup tüm dilbilimsel olaylar alanını içine alıyordu. Wilhelm von Humboldt kardeşi Alexander von Humboldt'un Amerika kıtasına yaptığı keşif gezilerinden geri getirmiş olduğu zengin gereçlerden yararlanarak asıl yerli Amerikan dillerinin ilk çözümsel betimlemesini yaptı. İnsan konuşmasının çeşitliliğiı' üzerine yazılmış büyük yapıtının ikinci cildinde W. von Humboldt Avusturalya, Endonezya ve Malezya dillerinin ilk karşılaştırmalı dilbilgisini yazdı. Ama bu dilbilgisi için işe yarar tarihsel veriler yoktur. Bu dillerin tarihleri hiç bilinmemekteydi. Humboldt, soruna, tümüyle yeni bir açıdan yaklaşmak ve kendi yolunu kendisi açmak zorundaydı.
Ama 0'nun yöntemleri kesinlikle deneysel yöntemler olarak kaldı; çünkü bu yöntemler kurgu üzerinde değil gözlemler üzerinde temellendiriliyorlardı. Humboldt özel olguları betimlemekle yetinmedi. Olguların- dan hemen büyük ölçüde genel sonuçlar çıkardı. İnsan konuşmasını yalnızca bir “sözcükler” birikimi olarak düşündüğümüz sürece işlev ve özyapısına ilişkin gerçek bir görüşümüz olamayacağını öne sürdü. Diller arasındaki gerçek ayrım bir sesler veya göstergeler ayrımı olmayıp dünya görüşleri (VPeltansichten) arasındaki bir ayrımdır. Dil yalnızca düzeneksel bir terimler kümesi değildir. Onu sözcük ya da terimlere ayırmak düzenini bozup; parçalamak anlamına gelir. Böyle bir anlayış dilbilimsel olayları ele alan herhangi bir inceleme için tehlikeli olmasa bile zararlıdır. Humboldt bizim alıştığımız sanılara göre bir dili kuran sözcüklerin ve kuralların gerçekte yalnızca söz konusu olan konuşma ediminde var olduklarını öne sürmüştür.
Onları ayrı varlıklar olarak ele almak “beceriksizce yapılmış bilimsel çözümlememizin bozuk sonucundan başka bir şey değildir”. Dil, bir ürün değil, bir etkinliktir. 0 hazır bir şey olmayıp sürüp giden bir süreçtir; insan anlığının hiç durmadan yinelediği eklemli sesleri düşünce dile getirecek şekilde kullanma işidir Humboldt'un yapıtı dilbilimsel düşüncede dikkate değer bir gelişmeden öte bir anlam taşır. Çünkü aynı zamanda dil felsefesi tarihinde yeni bir dönemi de göstermiştir. Humboldt ne özel dilbilimsel olaylar üzerinde uzmanlaşmış bir bilgin ne de Schelling ya da Hegel gibi bir metafizikçi idi. O, dilin kökeni' ya da özüne ilişkin kurgulara kapılmadan Kant'ın ‘’eleştirel’’ yöntemini izledi. Köken ya da öz sorunu yapıtında hiç sözü edilmeyen bir sorundur. Humboldt'un kitabında önalanda olan dilin yapısal sorunlarıdır. Bu sorunların yalnızca tarihsel yöntemler ve çozümlenemeyecekleri artık genellikle onaylanmıştır. Ayrı okullara bağlı ve ayrı alanlarda çalışan bilginler betimleyici dilbilimin tarihsel dilbilim tarafından hiçbir zaman gereksiz duruma sokulamayacağı gerçeğini vurgulamakta birleşmişlerdir. Çünkü tarihsel dilbilim her zaman dilin tarafımızdan doğrudan doğruya kavranabilen gelişme evrelerinin betimlenmesi üzerinde temellendirilmelidir. Genel düşünce tarihi görüş açısından ele alındıkta dilbilimin öteki bilgi dallarında rastladığımız aynı değişikliğe uğramış olması bu bakımdan çok ilginç ve dikkate değer bir olgudur.
YAPISALCILIK
Daha önceki olguculuğun yerini YAPISALCILIK diye adlandırabileceğimiz yeni bir ilke almıştır. Klasik fizik genel devinim yasalarını bulmak için her zaman özdeksel noktaların devinimlerini incelemekle işe başlamamız gerektiğine inanmıştı. Lagrange'ın Mecanzque analytcque'i bu ilke üzerin de temellendirilmişti. Daha sonra Faraday ve Maxwellce bulgulanan elektromanyetik alan'' yasaları karşıt sonuca değindiler. Elektromanyetik alanın bireysel noktalara parçalanamayacağı apaçık olarak ortaya çıktı.
Artık elektron kendine özgü bir varlığı olan bağımsız bir varlık olarak kabul edilmiyor, bir bütün olan alanın içersinde bir sınır noktası çok yönleriyle ayrılan 'yeni tip bir “alan fiziği” doğdu. Dirimbilimde de benzer bir gelişme ile karşılaşıyoruz. Yirminci yüzyılın başlarından beri geçerli olmuş olan yeni bütüncü kuramlar, eski Aristotelesçi organizma tanımına geri dönmüşlerdi. onlar, organik dünyada bütünün parçadan önce geldiğini vurgulamışlardı. Bu kuramlar evrimin olgularını yadsımıyorlardı ama u olguları Darwin ve Ortodoks Darwinciler gibi yorumlamıyorlardı..
Ruhbilime gelince bu bilim on dokuzuncu yüzyıl boyunca bir kaç olağandışı örnek bir yana Hume'un yolunu izledi. Bir ruhsal olay için geçerli olabilecek biricik yöntem" onu ilk öğelerine indirgemek idi. Tüm karmaşık olgular basit duyu verilerinin bir birikimi ya da kümesi olarak düşünülmekteydiler. Modern yapısalcı ruhbilim bu anlayışı eleştirip yıktı.. Böylece, yeni tip bir yapısal ruhbilime giden yolu açmış oldu.
FERDİNAND DE SAUSSURE
Şimdi, eğer dilbilim aynı yöntemleri benimsiyor ve yapısal sorunlar üzerinde gittikçe daha çok duruyorsa kuşkusuz bu önceki görüşlerin önem ve ilgilerini yitirdikleri anlamına gelmez. Ama dilbilimsel araştırma düz bir çizgiyi izleyecek, dil olaylarının süredizimsel (kronolojik) düzeni ile özel şekilde ilgilenecek yerde iki ayrı odak noktası olan beyzi bir çizgiyi betimlemektedir. Bazı bilginler on dokuzuncu yüzyıl boyunca dilbilimin özel göstergesi olan betimsel ve tarihsel görüşler bireşiminin yöntembilimsel açıdan bir yanılgı olduğunu söyleyecek kadar ileri gittiler. Ferdinand de Saussure derslerinde ‘’tarihsel dilbilgisi’’ görüşünden tümüyle vazgeçilmesi gerektiğini öne sürdü. O, tarihsel dilbilgisinin melez bir kavram olduğunu söylemekteydi. 0'na göre bu kavram, ortak bir ad altınâ konulamayan ve organik bir bütün içinde birleştirilemeyen iki ayrı öğeyi içermektedir. Bu nedenle, insan konuşmasının incelenmesi tek bir bilimin değil iki ayrı bilimin konusudur. Böyle bir incelemede biz her zaman iki ayrı odağı zamandaşlık odâğı ile ardaşıklık odağını birbirlerinden ayırmak zorundayız. Dilbilgisi, doğası ve özü gereği ilk tipe girmektedir. De Saussure la langıe (Dil) ile la parole (söz) arasına kesin bir çizgi. çizmiştir. Dil (la langue) evrensel olduğu halde, konuşma (la parole) geçici bir süreç olduğu için bireyseldir. Her bireyin kendine özgü bir konuşma şekli vardır. Ama, bilimsel bir dil araştırmasında biz bu bireysel ayrımlarla ilgilenmeyiz; bireysel konuşmacıdan çok bağımsız genel kuralları izleyen toplumsal bir olguyu inceleriz. Dil bu tür kurallar olmaksızın temel görevini yerine getiremezdi; konuşan bir toplumun tüm üyeleri arasında bir bildirişme aracı olarak kullanılamazdı. “Eşzamansal”dilbilim değişmez yapısal bağlantılarla uğraşır; artzamansal dilbilim ise zaman içinde değişen ve gelişen olayları ele alırı°. Dilin temel yapısal birliği iki şekilde incelenip sınanabilir. Bu birlik hem içeriksel hem de biçimsel yönde ortaya çıkıp kendisini yalnız dilbilgisel biçimler dizgesi içinde değil, aynı zamanda ses dizgesi içinde de gösterir. Bir dilin özyapısı bu her iki etkene de dayanır. Ama sesbilimin yapısal sorunları sözdizimin veya biçimbiliminkilerden çok daha sonra bulgulanmışlardır. Konuşma biçimlerinde bir düzen ve tutarlılık bulunduğu açık ve kuşku götürmez bir durumdur. Bu biçimlerin sınıflandırılması ve belirli kurallara indirgenmesi bilimsel bir dilbilgisinin ilk görevlerinden biri olmuştur. Bu türden bir çalışma için gerekli yöntemler çok erken bir dönemde yüksek bir yetkinlik düzeyine erişmişlerdi.' Modern dilbilimciler Panini'nin İ.Ö. 350 ile 250 arasındaki bir tarihe ait olan Sanskrit dilbilgisinden, hâlâ insan anlağının en büyük anıtlarından biri olarak söz etmektedirler. Onlar, günümüze değin başka hiç.bir dilin böylesine yetkinlikle betimlenmemiş olduğunu vurguluyorlar.
Grek dilbilgisi bilginleri Grek dilinde rastladıkları konuşma öğelerinin dikkatli bir çözümlemesini yapmışlar ve her türden sözdizimsel ve biçimsel sorunlarla ilgilenmişlerdi. Ama sorunun içeriksel yanı bilinmemekteydi ve bu yanın önemi on dokuzuncu yüzyılın başlarına kadar anlaşılamadan kaldı.
On dokuzuncu yüzyılda ses değişimi olayları ile bilimsel bir şekilde uğraşmanın ilk girişimlerine rastlıyor Modern tarihsel dilbilim tekbiçimli sesçil bildirilerin araştırılmasıvla başlamıştır. R.K. Rask 1818'de Alman dillerinin sözcüklerinin ses konusunda öteki Hint-Avrupa dillerinin sözcükleriyle düzenli biçimsel bir , ,bağıntıyı paylaştıklarını göstermiştir. Jakob Grimm Alman Dilbilgisi adlı yapıtında Germen dillerindeki ünsüzlerle öteki Hint-Avrupa dillerindeki ünsüzler (consonants) arasındaki uygunluğun dizgesel örneklerini vermiştir. Bu ilk gözlemler modern dilbilimin ve karşılaştırmalı dilbilgisinin temeli olmuştur. Ama bu gözlemler hep yalnızca tarihsel' anlamlarıyla anlaşılıp yorumlanmışlardır. Jakob Grimm, ilk ve en önemli esinlenmesini geçmişe karşı duyduğu romantik sevgiden almıştır. Aynı romantik ruh, Friedrich Schlegel'in Hint dilini ve bilgeliğini bulgulamasına yol açmıştır. Ama, ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında dilbilimsel incelemelere duyulan ilgi başka düşünsel itkilerce buyurulmuş ve içeriksel bir yorum egemen olmaya başlamıştır. «Yeni Dilbilgiciler diye adlandırılan araştırıcıların en büyük tutkusu. dilbilimin yöntemlerinin doğal bilimcilerinkilerle aynı düzeyde olduğunu kanıtlamaktı. Eğer dilbilim pozitif sağın bir bilim olarak kabul edilmeyi göz önünde bulunduruyorsa özel tarihsel olayları betimleyen kaypak deneysel kurallarla . yetinemezdi. Mantıksal biçimleri genel doğa yasaları ile karşılaştırılabilecek yasalar bulmak zorundaydı. Sesçil değişiklik olayları bu türden yasaların varlığını kanıtlar göründü. Yeni Dilbilgiciler tek ses değiştirmesi gibi bir şeyin varlığını yadsıdılar. Onlara göre her sesçil değişme bozulamaz kuralları izlemekteydi. Bu nedenle, dilbilimin görevi tüm insan konuşması olaylarını bu temel tabakaya: Zorunlu olup hiçbir olağan dışı durum kabul etmeyen sesçil yasalara geri götürmektir.
PRAG DİLBİLİM ÇEVRESİ
Prag dilbilim çevresinin çalışmaları ve Trubetzkoy'un yapıtlarında geliştiği şekille modern yapısalcılık soruna çok değişik bir açıdan yaklaştı. İnsan, konuşmasına ilişkin 'olaylarda bir zorunluluklar bulma umudundan vazgeçmedi; tersine bu zorunluluğu vurguladı. Ama yapısalcılık için zorunluluk kavramı yeniden tanımlanması ve yalnızca nedensel olmaktan çok ereksel anlamında da anlaşılması gereken bir kavramdı. Dil, yalnızca bir sesler ve sözcükler kümesi olmayıp bir dizge idi. Öte yandan onun dizgesel' düzeni fiziksel ya da tarihsel nedensellik aracılığıyla betimlenemezdi. Her özel deyim (idiom) hem biçimsel hem de içeriksel anlamda kendine özgü bir yapıya sahiptir. Eğer apayrı dillerin sesbirimlerini incelersek tek biçimli ve kesin bir şema altında toplanamayacak değişik tiplerle karşılaşırız. Bu sesbirimlerinin seçiminde değişik diller kendi bireysel ayırtkanlıklarını gösterirler. Bununla birlikte belli bir dilin ses birimleri arasında tam bir bağ olduğu her zaman gösterilebilir. Bu bağ saltık olmayıp göreli, zorunlu olmayıp koşulludur. Onu önsel olarak genel mantıksal kurallardan çıkaramayiz; bu konuda deneysel verilerimize dayanmak zorundayız. Ama bu veriler de içsel bir uyum gösterirler.Temel verileri bir kez bulduktan sonra artık onlardan kendilerine değişmez şekilde bağlı öteki verileri çıkarabiliriz.
BRÖNDAL
V. Bröndal, bu yeni yapısalcılığın izlencesini şöyle dile getiriyor: «Il faudrait etudier, les Conditions de la structure linguistique, distinguer dans les Systemes phonologiques et morpho- logiques ce qui est possible de ce qui est impossible, le contingent du necessaire. (Dilbilimsel yapının koşullarını incelemek, biçimbilimsel ve sesbilimsel dizgeler içinde olanaklı ile olanaksızı, olumsalla zorunlu olanı ayırdetmek gerekir).Eğer bu görüşü onaylarsak, insan konuşmasının içeriksel temelinin giderek sesçil olayların kendilerinin bile yeni bir yöntem ve değişik bir görüş açısıyla incelenmeleri gerekecektir. Gerçekte, artık yalnızca içeriksel bir temel olduğunu söyleyemeyiz. Biçim ve içerik arasındaki ayrım yapma ve yetersiz kalıyor. Konuşma biçim ve içerik gibi iki ayrı ve bağımsız etkene bölünemeyecek, çözümlenemeyecek bir birliktir. İşte yeni sesbilim ile daha önceki sesbilgisi tipleri arasındaki ayrım tam bu ilkede bulunmak- tadır. Sesbilimde incelediğimiz şeyler fiziksel olmayıp anlamlı seslerdir. Dilbilim seslerin doğası ile değil onların anlamsal işlevi ile ilgilenir. On dokuzuncu yüzyılın olgucu okulları ses bilgısı anlambilimin ayrı yöntemlere göre ayrı ayrı incelenmeleri gerektiğine inanmışlardı. Konuşma sesleri fizik veya fizyoloji aracılığıyla betimlenebilen gerçekte betimlenmeleri gereken fiziksel olaylar olarak kabul edilirler yalnızca. Yeni Dilbilgicilerin genel yöntembilimsel görüş açılarına göre böyle bir düşünce yalnız anlaşılır olmakla kalmaz aynı zamanda zorunludur da... Çünkü onların sesçil yasaların ayrallık (istisna) kabul etmediklerine ilişkin temel savları sesçil değişmenin sesçil olmayan etkenlerden bağımsız olduğu varsayımı .üzerinde temellendirilmişti. Ses değişikliği eklemleme alışkanlığındaki bir değişmeden başka bir şey olmadığından onun bir sesbirimini her ortaya çıkışında içinde ortaya çıktığı özel dilbilimsel biçimin doğası göz önüne alınmaksızın etkilemesi gerektiği düşünüldü. Bu ikilik yeni dilbilimde ortadan kalkmıştır. Sesbilgisi artık ayrı bir alan değildir. 0~'şimdi anlambilimin bir parçası ve bölümü haline gelmiştir. Çünkü sesbirimi bir fiziksel birim olmayıp biranlam birimidir. 0 avırıcı ses-özelliğinin en küçük birimi olarak tanımlanmıştır, Herhangi bir sözün kaba işitsel özellikleri arasında anlamlı olan belli özellikler vardır. Çünkü bunlar anlam ayrılıklarını dile getirmek üzere kullanılırlar. Oysa ötekiler ayırıcı değildirler.Her dilin kendine özgü bir sesbirimleri dizgesi yani ayırıcı sesleri vardır. Çincede sözcüklerin anlamlarını değiştirmede kullanılan en önemli araç ses tonundaki değişmedir. Oysa başka dillerde böyle bir değişme önemsizdirler. Her dil belirsiz sayıdaki olanaklı fiziksel sesler cokluğundan belli sayıda sesleri kendi sesbirimleri olarak şeçer. Ama bu seçim gelişigüzel yapılmaz, çünkü sesbirimler ' uyumlu bir bütün oluştururlar. Onlar -genel tiplere belli sesbilgisel örneklere indirgenebilirler, Bu sesbilgisel örneklerin dilin en sürekli ve ayırtkan özellikleri arasında olduklarını görüyoruz. Sapir her dilin sesçil örneğini bütün tutma konusunda kuvvetli bir eğilimi bulunduğu olgusunu vurguluyor. ’Dilbilimsel biçimdeki -sesçil örnek ve biçimbilimdeki- ana uygunluk ve ayrımları şimdi bu biçimde sonra şu biçimde toplanan tek ve yayılmış özelliklerin karmaşık etkisine değil dilin özerk eğilimine bağlayacağız. Tüm toplumsal olaylar içinde dil belki de en çok kendi kendine yeteni, en kesiksiz biçimde dirençli olanıdır. Onu yok etmek bireysel biçimini küçük parcalara ayırmaktan daha kolaydır.
Ama, dilin sözkonusu olan bu «bireysel biçiminin gerçekten ne anlama geldiği sorusunu yanıtlamak çok güçtür. Bu soru ile yüzyüze geldiğimizde her zaman bir . ikilemle karşı karşıyayızdır Yani burada kaçınmamız gereken iki aşırılık, bir anlamda ikisi de yetersiz olan iki köktenci çözüm var. Eğer her dilin kendi bireysel biçimî vardır savı insan konuşmasında ortak özellikler aramanın boş olduğu anlamına geliyorsa o zaman bir dil felsefesi düşüncesinin kumdan bir şato olduğunu onaylamak zorunda kalırız. Ama deneysel görüş açısından karşı çıkışlara açık olan şey bu ortak özelliklerin varlığından çok, açık seçik bir şekilde dile getirilmeleridir. Grek felsefesinde logos terimi her zaman konuşma edimi ile düşünce edimi arasında temel bir özdeşlik düşüncesini öne sürüp desteklemiştir. Dilbilgisi ve mantık konuları aynı olan iki ayrı bilgi dalı olarak düşünülmüşlerdir. Giderek dizgeleri klasik Aristotelesçi mantıktan büyük ölçüde sapmış olan modern mantıkçılar da hâlâ aynı görüştedirler. “Tümevarımcı mantığın» kurucusu olan John Stuart Mill, dilbilgisinin mantığın en ögesel bölümü olduğunu çünkü dilbilgisinin düşünce sürecini incelemenin başlangıcı sayıldığını öne sürmüştür. Mill'e göre, dilbilgisinin ilkeleri ve kuralları dilin biçimlerinin kendileriyle evrensel düşünce biçimlerine karşılık kılındığı araçlardır. Ama, Mill bu düşüncesiyle yetinmedi. 0 özel bir dilin bölümleri dizgesinin -Latin ve Grek dilbilgilerinden çıkarılmış olan bir dizgenin- genel ve nesnel bir geçerliği olduğunu da varsaymaktaydı. Mill dilin çeşitli bölümleri, adların durumları, fiillerin kipleri ve zamanları ortaçların (participle) işlevleri arasındaki ayrımların yalnız sözcüklerde değil düşüncede olan ayrımlar olduklarına inanmaktaydı. 0, ccHer tümcenin yapısının bir mantık dersi olduğunu” öne sürer. Dilbilimsel araştırmanın gelişimi bu görüşü gittikçe daha onaylanamaz bir duruma sokmuştur. Çünkü, söz bölümleri (parts of speech) dizgesinin~ belirlenmiş ve tek biçimli bir özyapıda olmayıp dilden dile değiştiği genellikle onaylanmıştır. Bundan başka Latinceden çıkmış olan .dillerin bile Latin dilbilgisinin alışılmış terim ve deyileri (kategori) aracılığıyle yeterince dile getirilemeyecek pek çok özellikleri bulunduğu gözlemlenmiştir. Fransızca öğrencileri eğer Aristoteles'in çömezlerince yazılmamış olsaydı Fransız dil- bilgisinin çok ayrı bir biçime sahip olmuş olacağını çok kez vurgulamışlardır. Onlar Latin dilbilgisinin ayrımlarının İngilizce veya Fransızcaya uygulanmasının çok büyük yanlışlara yol açtığını ve dilbilimsel olayların önyargısız betimlemelerinde önemli bir engel olarak ortaya çıktığını öne sürmüşlerdir. Temel ve zorunlu olduğunu sandığımız pek çok dilbilgiseI ayrımlar biz Hint-Avrupa ailesinden başka dilleri inceler incelemez değerlerini yitirir ya da en azından çok kuşku götürür duruma girerler. ‘’Söz bölümlerinin ussal konuşma ve düşüncenin zorunlu ögesi olarak kabul edilecek tek ve belli bir dizgesi olması gerektiğine ilişkin düşüncenin aldatıcı’’ bir görüş olduğu ortaya çıkmıştır.
Bütün bunlar zorunlu olarak eski bir grammaire generale et raiisonne tasarım.ından. yani, ussal ilkeler üzerinde temellendirilmiş bir genel dilbilgisinden vazgeçmemiz gerektiğini kanıtlamaz. Ama bu tasarımı yeniden tanımlayıp, yeni bir anlayışıla dile getirmemiz gerekir. Tüm dilleri Procrustes'in yatağına'~ uzatıp söz bölümlerini tek bir dizge içinde ele almaya çalışmak boş bir 'çaba olurdu. Modern dilbilimcilerden pek çoğu genel dilbilgisinin bilimsel bir ülküden . çok bir idolayı temsil ettiğini düşünerek bizi’’genel dilbilgisi’’ terimine karşı uyaracak kadar ileri gitmişlerdir~'. ' Ama böylesine uzlaşmaz köktenci bir tutum bu alanın tüm öğrencilerince paylaşılmamıştır. Bir felsefi dilbilgisi tasarımını öne sürüp savunmak için ~ciddi girişimlerde bulunulmuştur. Otto Jespersen özellikle dilbilgisi, felsefesine adanmış bir kitap yazmış ve bu kitapta gerçekten bulunduğu şekliyle her dilin yapısına dayanan sözdizimsel deyilerin yanında ya da üstünde veya arkasında, varolan dillerin ilineksel olgularından az veya çok bağımsız olan bazı deyiler bulunduğunu kanıt amaya çalışmıştır. bu deyiler tüm dillere uygulanabilir olduklarında evrenseldir. Jespersen bu deyileri ‘’kavramsal’’ diye adlandırmayı önermiş ve kavramsal deyilerle sözdizimsel deyiler arasında bağıntıyı araştırmanın her durumda dilbilgisi uzmanının görevi olduğunu düşünmüştür. Aynı görüş örneğin Hjemstev ve Bröndal gibi başka bilginler tarafından da dile getirilmiştir.
İKİLİ BİR TUTUMLA YOLA DEVAM ETMEK:
İnsan konuşmasının karmaşık ve şaşırtıci labirenti içinde bize yol gösterecek Ariadneinkine benzer bir ipucu bulabilmek 'için yolumuza ikili bir tutumla devam etmemiz gerekir. Bir mantıksal ve dizgesel ya da bir süredizimsel ve genetik düzen bulmaya çalışabiliriz. İkinci durumda tek tek deyimleri ve çeşitli dilbilimsel tipleri geriye, daha önceki göreli olarak basît ve biçimsiz evreye doğru izlemeye çalışırız. 19. yüzyıl dilbilimcileri çok kez bu türden girişimlerde bulunmuşlardır. Çünkü bu yüzyılda, insan konuşmasının şimdiki biçimine erişmeden önce, içinde hiçbir belirli sözdizimsel ya da biçimbilimsel biçimin bulunmadığı bir evreden geçmek zorunda kalmış olduğu kanısı yaygındı. Diller başlangıçta basit ögelerden tek heceli sesleden oluşmuşlardı. Romantizm bu görüşü tuttu. A.W. Schlegel; dilin daha önceki düzenlenmemiş şekilsiz bir durumdan geliştiğini savunan bir kuram ortaya attı. Dil bu durumdan belirli bir düzene, başka daha gelişmiş evrelere, bir soyutlayıcı, bir birleştirici, bir bütünleyici evreye geçmiştir. Schlegel'e göre bütünleyici diller bu' evrim içinde son basamaktırlar; onlar gerçek organik dillerdir. Tam bir betimsel çözümleme bu kuramların kendisine dayandığı kanıtı pek çok durumlarda ortadan kaldırmıştır. Genellikle tek heceli köklerden oluşan bir dil örneği...olarak sözü edilen Çince ele alındıkta bu dilin şimdiki soyutlayıcı evresinden önce bükünleyici bir evrenin- geldiğini göstermek olasılığı vardır. Biçimsel ilişkilerin anlâtımı örneğin özne ile tümleç, nitelik ve yüklem arasındaki ayrım dilden dile büyük ölçüde değiştiği halde biçimsel veya yapısal öğelerden yoksun hiçbir dil bilmiyoruz. Biçim olmaksızın dil yalnızca çok kuşku götürür bir tarihsel yapı görünümüne sahip olmakla kalmaz aynı zamanda çelişik bir terim de olur. En uygarlaşmamış ulusların dilleri bile kesinlikle biçimsel değildir. Tersine bu diller pek çok örneklerde çok karmaşık bir yapı sergilerler. Dünya dillerine ilişkin çok geniş bir bilgiye sahip modern bir dilbilimci olan A. Millet, bilinen hiçbir deyimin bize ilkel dilin nasıl bir dil olabileceği konusunda en ufak bir fikir bile vermediğini öne sürmüştür. İnsân konuşmasının tüm biçimleri insansal duygu ve düşünceleri açık' ve yerinde bir tutumla dile getirmeyi başardıkları sürece yetkindirler. Nasıl bizim kendi dillerimiz incelmiş ve özentili kültürümüzün amaçları ile uygunluk içindeyseler ilkel denilen diller de aynı şekilde ilkel uygarlığın koşulları ve ilkel anlığın genel eğilimi ile uygunluk içindedirler.
Örneğin Bantu ailesinden olan dillerde her ad belirli bir sınıfa aittir ve bu sınıflardan her biri kendine özgü bir örnekle karakterize edilir: Bu örnekler yalnızca adların kendilerinde görünmekle kalmazlar, tümcenin ada ilişkin tüm öteki bölümlerinde de çok karmaşık bir uyumlar ve uygunluklar dizgesine uygun olarak yinelenmeleri gerekir.
Tek tek deyimlerin çeşitliliği ve dilbilimsel tiplerin aynı cinstenliği onlara felsefi ya da bilimsel bir görüş açısından bakmamıza göre çok ayrı bir ışık altında görünür. Dilbilimci bu çeşitlilik içinde neşelenir; insan konuşmasının okyanusuna gerçek derinliğini bulmayı ummaksızın dalar. Felsefe ise her çağda bunun karşıtı olacak şekilde hareket etmiştir. Leibniz, bir Characteristica generalis olmaksızın hiçbir zaman bir Scientia Generalis bulamayacağımızı Vurgulamıştır. Modern simgesel mantık aynı eğilimi izlemektedir. Ama bu görev yerine getirilseydi bile, bir insan kültür felsefesi yine aynı sorunla karşılaşmak zorunda kalacaktı. Bir insan kültür araştırmasında biz olguları tüm çeşitlilik ve ayrımlarıyla kendi somut biçimleri içinde kabul etmek zorundayız. Dil felsefesi burada her simgesel biçimin incelenmesinde ortaya çıkan aynı ikilemle karşı karşıyadır. Bütün bu biçimlerin en yüksek, gerçekte de biricik görevleri insanları birleştirmektir. Ama hiçbiri bu birliği insanları aynı zamanda bölüp ayırmaksızın oluşturamaz. Böylece kültürün uyumunu güvence altına almak amacıyla yapılan şey, en derin uyumsuzlukların ve anlaşmazlıkların kaynağı olur. Bu, büyük çatışkı, dinsel yaşamın diyalektiğidir. Aynı diyalektik insan konuşmasında da görülür. Konuşma olmasaydı hiçbir insan toplumu olamazdı. Buna karşın, böyle bir toplum için konuşmaların çeşitliliğinden daha önemli bir engel de olamaz. Söylence (myth) ve din, bu çeşitliliği zorunlu ve kaçınılmaz ' bir olgu olarak görmeyi yadsır. Bu insanın özgün yapısı ve nesnelerin doğasından çok insanın bir yanlışına yada suçuna yükler. Söylencebilimlerin çoğunda İncil'deki Babil Kulesi öyküsüne şaşırtıcı benzerliklerle karşılaşmaktayız. Modern dönemlerde bile insan, içinde tüm insanlığın tek dile sahip olduğu o altın çağ için büyük bir özlem duymayı hep sürdürmüştür. 0, geriye ilk durumuna sanki yitirilmiş bir cennete bakarmış gibi bakar. Şimdi eski bir düş olan Lingua Ademica (Adem dili) yani yalnızca uzlaşımsal göstergelerden oluşmayıp nesnelerin asıl doğa ve özlerini dile getiren bir dil olarak insanın ilk atalarının gerçek dili artık felsefe alanında bile tümüyle ortadan kalkar. Bu Lingua Ademica sorunu 17. yüzyılın felsefeci düşünürleri ve gizemcileri tarafından (mistik) tartışılması önemle sürdürülen bir konu olmuştur.
Yine de gerçek dil birliği, eğer böyle bir birlik varsa özdeksel bir birlik olamaz; bu birlik daha çok işlevsel bir birlik olarak tanımlanmalıdır. Böyle bir birlik özdeksel veya biçimsel bir özdeşliği önceden varsaymaz. İki ayrı dil karşıt aşırılıkları kendi sesbilgisel dizgelerine ve kendi söz bölümleri dizgelerine göre dile getirebilirler.
Bu, onların konuşan bir toplumun yaşamında aynı görevi başarmalarını engellemez. Burada önemli .olan nokta, araçların çeşitliliği. olmayıp erek için yeterlilikleri ve ereğe olan uygunluklarıdır. Bu ortak ereğe bir dilbilimsel tipte bir başka ,dilbilimsel tiptekinden daha yetkin bir şekilde erişildiğini düşünebiliriz. Özel deyimlerin değeri üzerinde yargı vermekte isteksiz olan Humboldt bile genel olarak konuşuldukta bükünlü (Flexional) dilleri bir tür örnek hem de yetkin örnek sayıyordu. 0'na göre bükünlü biçim, die einzig gesetzmüssige form, yani tümüyle tutarlı olup kesin kurallar izleyen biricik biçimdir. Modern dilbilimciler bizi bu türden yargılara karşı uyarmışlardır. Onlar bize dilbilimsel tipleri değerlendirmek icin ortak ve tek bir ölçü'tümüz olmadığını söylerler.. Tipleri karşılaştırırken biri ötekilere göre belirli üstünlüklere sahipmiş gibi görünebilir ama daha yakından bir inceleme bizi genellikle belli_bir tipin ekşikliği olarak adlandırdığımız şeyin başka değerlerle denkleştirilip_dengelenebileceğine inandırır. Sapir eğer dili anlamayı istiyorsak kendimizi alışılmış değerlemelerden kurtarıp İngilizceye de Hotanto diline de aynı serinkanlı amâ meraklı tarafsızlıkla bakmamız gerektiğini öne sürüyor~. Eğer nesnelerin verilen ya da hazır düzenini eşlemlemek ya da öykünmek dilin görevi olsaydı böyle bir tarafsızlığı çok güç sağlayabilirdik. İki ayrı eşlemden biri daha iyi; yani özgününe daha yakın öteki ise daha uzaktır gibi bir sonuçtan kaçınamazdık. Ama eğer konuşmaya yalnızca üretici bir işlevden çok zenğinleştirici ve yapıcı bir işlev verirsek hayli değişik bir yargılama yapabiliriz. Böyle bir durumda en büyük önemi dilin ‘’işi’’ değil ama ‘’gücü’’ taşır.'İnsan bu gücü ölçmek için yalnızca ortaya koyduklarını, ürünü ve kesin sonuçlarını inceleme~ yerine; dilbilimsel sürecin kendisini araştırmalıdır.
Ruhbilimciler insan konuşmasının gerçek özünü kavramaksızın insan anlığının gelişmesine ilişkin bilgilerimizin yarım yamalak ve yetersiz kalacağını vurgulamakta birleşiyorlar. Ama konuşma psikolojisinin yöntemlerine ilişkin önemli kuşkular hâlâ yerlerinde durmakta. Olayları ister ruhbilim ya da sesbilgisi (phonetic) laboratuvarında inceleyelim, ister yalnızca içebakış yöntemlerine dayanalım bu olayların değişmez bir şekilde hep tüm düzenleme (stabilization) çabalarına karşı çıkacak kadar çabuk yiten, akıcı olaylar oldukları izlenimini alıyoruz. Öyleyse, konuşmayan bir yaratığa (örneğin konuşmanın kazanılmasından önceki insana ya da hayvana) yüklediğimiz anlıksal tavırla ana dilini ustaca öğrenmiş olan bir yetişkin'ı belirleyen o öteki anlıksal çerçeve arasındaki temel ayrım nereden oluşuyor?
ÇOCUK
Hiç kuşku yok ki bu soruyu konuşmanın gelişiminin olağandışı örneklerine dayanarak yanıtlamak daha kolay olur. Helen Keller ve Laura Bridgman örneklerini incelememiz konuşmanın simgeselliğinin ilk kavranılışıyla çocuğun yaşamında gerçek bir devrim olduğu olgusunu bize göstermişti.
Bu noktadan sonra çocuğun tüm kişisel ve anlıksal yaşamı bütünüyle yeni bir biçim kazanmıştı Kabaca dendikte bu değişiklik çocuğun daha öznel bir durumdan nesnel bir duruma yalnızca duygusal olan bir tutumdan kuramsal bir tutuma geçtiği söylenerek betimlenebilir: Aynı değişiklik, çok daha az hissedilir olsa bile her olağan çocuğun yâşamında görülebilir. Çocuğun kendisi bu yeni aracın anlıksal gelişmesi için taşıdığı anlamı apaçık bir şekilde sezer. Artık salt alıcı bir tavırla kendisine bir .şeyler öğretilmesi onu doyurmaz: Aynı zamanda gelişmiş bir nesnelleştirme (objektification) süreci olan konuşmâ sürecinde etkin bir rol alır. Helen Keller ve Laura Bridgman'ın öğretmenleri her iki çocuğun da adların yararını bir kez anladıktan sonra çevrelerindeki tüm nesnelerin özel adlarını sormayı nasıl büyük bir istek ve sabırsızlıkla sürdürdüklerini bize anlatmışlardı. Bu. da konuşmanın olağan gelişimindeki bir genel özelliktir: D.R. lV,fajor “çocuk yirmi üç aylık olur olmaz sanki başkalarına onların adlarını anlatmak ya da incelemekte olduğu şeylere dikkatimizi çekmek istermiş gibi nesneleri adlandırma konusunda bir tür taşkınlık (mania) durumuna girdi. Bir şeye bakıp onu gösteriyor ya da elini onun üzerine koyup adını söylüyor sonrâ da çevresindekilere bakıyordu”â diyor. Böyle bir durum eğer adın çocuğun anlıksal gelişiminde yerine getirecek çok önemli bir işlevi olduğu olgusu bilinmeseydi anlaşılamazdı. Eğer bir çocuk konuşmayı öğrenirken yalnızca belli sözcükleri öğrenmek zorunda olsaydı ve bunun için de büyük bir yapay ve keyfi sesler kalabalığını anlık ve belleğine işleme durumunda bulunsaydı bu salt düzeneksel bir süreç olurdu. Bunun sonucu .olarak kendisinden yapması beklenen şey gerçek dirimbilimsel gereksinmelerden tümüyle kopuk olduğu için çocuğun bu işi belli bir İsteksizlik duymadan yapması çok güç ve yorucu bir iş olacağı gibi çok büyük bir bilinçli çabayı da gerektirecekti. Oysa her olağan çocukta. belli bir yaşta ortaya çıkan ve tüm ,çocuk ruhbilimi araştırıcılarınca betimlenmiş olan o adlâra karşı duyulan açlık” bunun karşıtını kanıtlıyoruz. Bu bize burada çok değişik bir sorunla yüz yüze olduğumuzu anımsatıyor. Çocuk nesneleri adlandırmayı öğrenmekle daha önceden sahip olduğu hazır deneysel nesnelerin bilgisine yalnızca bir yapma göstergeler dizgesi eklemekle kalmaz. 0 daha çok bu nesnelerin kavrâmlarını biçimlendirmeyi. ve nesnel dünya ile ilişki kurmayı öğrenir. Bundan böyle o artık daha sağlam bir temel üzerinde durmaktadır. Çünkü kaypak, belirsiz, akıcı algıları ve bulanık duyguları yeni bir biçim almaya başlar. Onların belirli bir merkez, bir düşünce odağı olarak adın çevresinde billurlaştıklar~ söylenebilir. Nesnelleştirme sürecinde yapılmış olan her yeni gelişme, adın yardımı olmasaydı her zaman bir sonraki anda yeniden yitme tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktı. Çocuğun bilinçli olarak kullandığı ilk adlar kör bir adamın yardımıyla yolunu bulduğu bir değnekle karşılaştırılabilir. Ve böylece bir bütün olarak ele alındıkta dil, yeni bir dünyaya geçiren köprü olur.
YABANCI DİL
Yabancı bir dili öğrenirken de kendimizi çocuğunkine benzer bir deneyin konusu yapabiliriz. burada da yeni bir sözcük dağarcığı edinmek veya soyut dilbilgisi kuralları dizgesini öğrenmek yeterli değildir. Bütün bunlar zorunludurlar ama yalnızca ilk ve en az önem taşıyan adımı oluştururlar. Eğer yeni dille düşünmeyi öğrenmezsek tüm çabalarımız sonuçsuz kalır. Bu gerekimin yerine getirilmesi çok kez bize hayli güç gelir. Dilbilimci ve ruhbilimciler bir çocuğun kendi çabasıyla hiçbir yetişkinin aynı şekil- de ya da o kadar yetkinlikle yerine getiremediği bir görevi başarmasının nasıl olanak kazandığı sorusunu sık sık sormuşlardır. Biz bu şaşırtıcı soruyu belki daha önceki çözümlemelerimize dayanarak yanıtlayabiliriz. Bilinçli yaşamımızın sonraki .ve daha gelişmiş bir evresinde bizim insansal konuşma dünyasına girmemizi sağlamış olan süreci hiçbir zaman yineleyemeyiz. İlk çocukluğumuzun tazeliği çevikliği ve esnekliği içinde bu süreç çok değişik bir anlama sahipti. Burada yeterince aykırı kanısal olan, gerçek güçlüğün önceki bir dili unutmaktan çok yeni bir dili öğrenmekte ortaya çıkmasıdır. Biz artık ilk kez nesnel dünya kavramına yaklaşan bir çocuğun anlıksal koşullarına sahip değiliz. Zaten yetişkin için nesnel dünya belirli bir biçime sahiptir. Bu biçim, bir ,anlamda bizim tüm öteki etkinliklerimizi şekillendirmiş olan konuşma etkinliğimizin bir sonucu_dur. Algılarımız, sezgilerimiz ve kavramlarımız ana dilimizin konuşma biçimleri ve terimleri ile kaynaşmıştır. Sözcüklerle nesneler arasındaki bağı koparmak için büyük çabalar gerekir. Bu yüzden, yeni bir dil öğrenmeye hazırlandığımızda ~ bu türden çabaları göstermek ve iki ögeyi ayırmak zorunda kalırız. Bu güçlüğü yenme dil öğreniminde her zaman önemli bir adımı gösterir.
Yabancı bir dilin ruhuna nüfuz ederken yeni bir dünyaya, kendisine özgü bir anlıksal yapısı olan bir dünyaya yaklaşıyormuşuz izlenimine sahip oluruz. u, yabancı bir ülkeye yapılan bir keşif gezisi gibidir ve böyle bir geziden sağlanan en büyük kazanç kendi anadilimize yeni bir' ışık altında bakmayı öğrenmemizdir. Goethe “Wer fremde Sprachen nicht kennt weiss nichts von seiner eigenen” (yabancı dilleri bilmeyen kendisininki hakkında hiçbir şey bilmez.) demişti. Yabancı diller bilmediğimiz sürece kendi dilimiz konusunda da bir anlamda bilgisizizdir. Çünkü onun özgül (specific) yapısını ve ayırıcı özelliklerini göremeyiz. Bir değişik diller karşılaştırması, hiçbir tam eşanlamlının bulunmadığını bize gösterir. İki ayrı dilin birbirine uyuşan terimleri pek ender olarak aynı nesne veya eylemleri dile getirirler. Onlar birbirinin içine giren ve bize kendi yaşantımızın değişik boyutları ile çok renkli görüşlerini veren ayrı alanları kapsarlar.
Bu düşünce eğer değişik dillerde özellikle de ayrı dilbilimsel tiplerde kullanılan sınıflandırma yöntemlerini incelersek açıklık kazanır.
Bir nesneye ya da eyleme bir ad takınak onu belli bir sınıf kavramı altına koymak demektir. Eğer bu belli bir sınıf kavramı altına koyma işlemi nesnelerin doğasınca ilk ve son kez buyurulmuş olsaydı, biricik (unique) ve tekbiçimli bir- şey olurdu. Oysa insan konuşmasında ortaya çıkan adlar böyle değişmeyen bir tavır içinde yorumlanamazlar. Onlar tözel şeyleri, kendi başlarına varolan bağımsız varlıkları göstermek üzere düzenlenmemişlerdir. Onlar daha çok insansal ilgi ve amaçlarca belirlenirler. Ama bu ilgiler değişmeyen belirlenmiş ilgiler olmadıkları gibi insan konuşmasında bulunacak olan sınıflamalar da rastgele yapılmamıştır. Onlar duyusal yaşantımız içindeki bazı sürekli ve yinelenen ögeler üzerinde temellendirilmişlerdir. Bu yinelenmeler olmasaydı dîlbilimsel kavramlarımız için ne ayak basacak bir yer ne de bir destek noktası bulunamazdı. Ama algısal verilerin birleştirilmesi ya da aılması bir ilgi çerçevesinin özgül seçimi üzerine dayanır. Bölümleme ve alt bölümlemelerimizin kendisine göre yapılabileceği hiçbir ' kesin; ' önceden kurulmuş çizem (scheme) yoktur. Çok yakın bir benzerliği olan ve genel yapıları uyuşan dillerde bile özdeş adlar bu- lamayız. Humboldt'un belirttiği gibi aya karşılık olarak kullanılan Grekçe ve Latince terimler aynı nesneyi gösterdikleri halde aynı amaç ve kavramı dile getirmezler. Grekçe (men) terimi ayın zaman ölçme işlevini; Latince (luna, luna) terimi ise ayın duruluğunu ve parlaklığını gösterir. Böylece biz apaçık bir şekilde söz konusu nesnenin iki çok değişik özelliğini ayırıp dikkati onların üzerine çekmiş oluruz. Ama edimin kendisi; yani yığışma (concentration) ve toplaştırma süreci (condensation) aynıdır.
NESNENİN ADI VE DOĞASI
Bir nesnenin adı onun doğası üzerinde hiç bir hak iddia edemez. O, Füsei on olarak, bize nesnenin doğruluğunu (hakikatini) vermek üzere amaçlanmamıştır. Bir adın işleviyle her zaman bir nesnenin özel bir yönünü ,vurgulamak üzere sınırlanmıştır. işte-âdın değeri de kesinlikle bir belirleme ve sınırlamaya dayanır. Bir adın işlevi somut bir durumu ayrıntılı olarak göstermek olmalı onun yalnızca belli bir yönünü seçip almak bu yön üzerinde durmaktır. Bu yönün ayrılması olumlu bir edimdir. Çünkü ad verme ediminde ~biz duyu verilerimizin çeşitliliği ve ayrıntıları arasından belli kesin algı merkezlerini seçeriz. Bu merkezler mantıksal ya da bilimsel düşünce merkezleri gibi değildirler. Günlük konuşma terimleri bilimsel kavramlarımızı dile getirdiğimiz terimleri ölçen ölçütlerle ölçülmemelidir. Günlük konuşmanın sözcükleri bilimsel terimler dizgesi ile karşılaştırıldıklarında her zaman bir belirsizliği sergilerler. Hemen hemen tümü çok belirsiz, yanlış tanımlanmış ve bir mantıksal çözümleme denemesine dayanamayacak sözcüklerdir. Ama günlük terimlerimiz ve kullandığımız adlar bu kaçınılmaz ve yapılarından doğan eksikliklerine karşın bizi bilimsel kavramlara götüren yol üzerindeki kilometre taşlarıdırlar; dünyaya ilişkin ilk nesnel ya da kuramsal görüşümüzü bu terimlerle ediniriz.
Böyle bir görüş yalnızca "verilmiş" olan bir görüş olmayıp dilin sürekli yardımı olmaksızın ereğine erişemeyecek olan yapıcı bir anlıksal çabanın sonucudur.
Ama, böyle bir erek rasgele erişilecek bir erek değildir. Daha yüksek soyutlama düzeylerine, daha genel ve kuşatıcı adlara ve idelere yükseliş güç ve çok çalışmayı gerektiren bir iştir. Dilin çözümlenmesi bize sonunda bu işin başarılmasına yol açan anlıksal süreçlerin özvapısını incelemek için bol gereç sağlar. İnsan konuşması nisbeten somut bir durumdan daha soyut bir duruma doğru gelişir. İlk adlarımız somut adlardır, Hepsi özel olguların veya eylemlerin kavranılmasıyla ilgilidirler. Somut yaşantımız- da bulduğumuz tüm ayırtı veya ayrıntılar inceden inceye ve uzun uzun betimlenirler ama artık bir cins altında toplanmazlar. Hammer-Purgstall Arapçada deve için kullanılan çeşitli adları birer birer saydığı bir makale yazmıştır. Bu yazıya göre bir deveyi betimlemek için kullanılan terimlerin sayısı beş-altı binden az değildir. Buna karşın bu terimlerden hiç biri bize genel dirimbilimsel bir kavram vermemektedir. Bu terimlerin hep si hayvanın biçimi; büyüklüğü, rengi, yaşı ve yürüyüşüyle ilgili ayrıntıları dile getirir, Bu bölümlemeler henüz herhangi bir bilimsel veya dizgesel sınıflandırmadan çok uzaktırlar. Ama birbirinden çok ayrı amaçlar için iş görürler. Yerli Amerikalı boyların çoğunun dillerinde özel, bir eylem, örneğin yürüme veya vurma için şaşırtıcı bir terimler çokluğu ile karşılaşıyoruz. Bu gibi terimler birbirlerine karşı bir alt sıralamadan (subordination) çok bir bitişiklik ilişkisi taşıyorlar. Yumrukla vurmayı betimlemek için el ayasıyla vurmayı betimlerken kullanılan aynı terim kullanılamıyor. Bir silahla vurma ise kırbaç veya değnekle vurma için kullanılan- dan bâşka bir adı gerektiriyor'. Karl von den Steinen Bakairi dilini. (Orta Brezilya'daki kızılderili boylarının konuştuğu dil) betimlerken bu dilde papağan ya da hurma ağacı cinsini dile getirecek bir ad bulunmadığı halde her papağan ve hurma ağacı türünün kendi özel adı, olduğundan söz ediyor. Steinen diyor.ki: Bakairiler kendilerini çok sayıda özel kavramlara .o kadar çok bağlarlar ki ortak özyapılara hiç ilgi duymazlar. Gereçlerin bolluğu içinde boğulmuşlardır ve bu gereçleri ekonomik şekilde kullanamazlar. Uydurdukları sözcüklerin sayısı azdır ama bu kadarıyla bile yoksul olmaktan çok, aşırı zengin olduklarının söylenmesi gerekir". ,Gerçekte verilen bir dilin zenginliğini ya da yoksulluğunu ölçebileceğimiz tek- biçimli bir ölçü yoktur. Her sınıflandırma özel gereksinmelerce yönetilir ve zorla kabul ettirilir. Bu gereksinmelerin inşanın toplumsal ve kültürel yaşamının değişik koşullarına göre değiştiği de apaçıktır. ilkel uygarlıkta nesnelerin somut ve özel yönlerine ilgi zorunlu olarak egemendir. Însan konuşması her zaman insan yaşamının belli biçimlerine uyar ve onlarla eşittir. Bir kızılderili boyunda yalnızca ‘’tümellere’’ilgi ne olanakhdır ne de gereklidir. Nesneleri görülebilen belli avırtkanlıklarıyla avırdedebilmek hem daha önemli hem de yeterlidir.
Batı ailesinden olan dillerde en az yirmi ad cinsi sınıfıyla karşılaşıyoruz. Örneğin Algonquian gibi yerli Amerikan boylarının dillerinde bazı .nesneler canlı cinse, bazıları ise cansız cinse ilişkindir. Burada ilkel düşüncenin görüş açısından bile bu ayrımın niçin özel bir ilgiyi gerektiren ve yaşamsal bir önem taşıyan bir ayrım olarak ortaya çıkması gerektiğini anlamak kolaydır. Bu ayrım gerçekten bizim soyut mantıksal sınıf adlarımızda dile getirilenden çok daha öz yapısal ve şaşırtıcıdır. Somut adlardan soyut adlara aynı yavaş geçiş nesnelerin niteliklerine ad verme işlerinde de incelenebilir. Pek çok dillerde bir renk adları bolluğu ile karşılaşıyoruz. Bu dillerde bizim -mavi, yeşil, kırmızı ve b.g.- genel terimlerimiz bulunmadığı halde verilen herhangi bir rengin her tek tek ayırtısının kendine özgü bir adı var. Renk adları nesnelerin doğasına göre değişiyor. Örneğin gri yerine geçen bir sözcük yünden veya kazlardan; bir başkâsı atlardan, bir diğeri sığırlardan ve yine bir diğeri insanların saçından ya da belli başka hayvanlardan söz ederken kullanılabiliyor. Aynı şey sayı deyisi (kategorisi) için de geçerli; değişik nesne sınıflarını göstermek için değişik sayılara gereksinme duyuluyor.
Bundan ötürü insan konuşmasının gelişmesinde evrensel kavramlara ve deyilere yükselişi çok yavaş olarak ortaya çıkıyor. ama bu yöndeki her yeni gelişme algısal dünyamızın daha kuşatıcı bir şekilde incelenmesinin yönünün daha iyi. belirlenip düzenlenmesine yol açıyor.
--------------------------------------------------------------------------------
İnsan Üzerine Bir Deneme
Ernst Cassirer
Çeviri: Nejla Arat
Remzi Kitabevi
felsefe ekibi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder