Uçakta, bambaşka âlemlerden eve dönerken kurduğunuz hayaller, yeniliklere açık aklınız, terminalde bavulunuzu beklerken ağırlaşmaya başlar. Havaalanları, hayalle gerçek arasındaki, bedenle ruh arasındaki araf gibidir. İngiltere’nin Heathrow terminalleri, yerle gök arasında geçen saatlerde Birleşik Krallık’ın yeni yüzünü yolculara tanıştırmayı amaçlıyor.
Bir zamanlar varışlar için vakit vardı. Coğrafyanın derece derece değişmesi, iç dönüşümü sağlamaya yardımcı olurdu: Çöl çalıya, çayırlar yeşil çimenlere toprağı teslim ederdi. Limanda, develerin yükü sırtlarından indirilir, gümrükte beklenir, yolculuğun sohbeti buharlı gemide sürerdi. Uçan balıklar geminin yanından geçer, tayfalar kâğıt oynar, hava yavaş yavaş serinlerdi.
Şimdi bir yolcu, salı günü Abuja’dayken, çarşamba günü kendini Heathrow Havaalanı’nın yeni terminalindeki uydunun önünde bulabilir. Önceki gün öğlen, bir Afrika guguk kuşu sesi eşliğinde Wuse bölgesinde kızarmış muz yemiş biri, çarşamba sabahı 08.00’de, pilot 777’nin motorunu kapatırken giriş kapısının yanındaki Costa Coffee’nin önünde olabilir.
Yorgunluğa rağmen, algıları tamamen açıktır. Her şeyi beynine kaydeder: Işıklar, işaretler, yer cilası, ten renkleri, metalik sesler, reklamlar; hepsi, aynı uyuşturucu etkisi altında birinin, bir bebeğin ya da Tolstoy’un zihnine sahipmiş gibi aklına kazınır. Ev, bir anda olunabilecek en tuhaf yer gibi gelir. Her ayrıntısı, ziyaret edilen başka toprakların etkisiyle göreceleşir. Obudu tepelerinin hatırasıyla, sabah güneşi ne kadar da garip görünür. Atlas Dağları’nın tepesindeki rüzgârın ardından anonslar kulağa ne kadar anormal gelir. Özellikle de, Lusaka’nın sokak pazarındaki insan sesleri hâlâ kulağında çınlarken, iki görevli kızın konuştuğu İngilizce, nasıl anlaşılmaz bir şekilde yabancıdır.
Kişi, yakaladığı kristal perspektifi hiç bırakmamak ister. Tunus’ta ya da Haydarabad’da alternatif gerçeklikler tanıdıktan sonra öğrendiklerini, memleketiyle ilgili bildikleriyle dengelemek ister. Burada hiçbir şeyin normal olmadığını, Wiesbaden’de, Luoyang’da sokakların farklı olduğunu, şu anda bulunduğu yerin dünyada gidilebilecek yüzlerce yerden yalnızca biri olduğunu unutmamaya çalışır.
CESUR KARAR
Alain de Botton’un ağustos ayında bir haftasını geçirdiği Londra’nın Heathrow Havaalanı’nın operasyon şefi Mike Brown, de Botton’a gözlemlemesi için tüm terminalleri açmayı “cesur ve maceraperest” bir karar olarak nitelendiriyor. “Küçük bir hamamböceğine kadar gördüğüm her şeyi yazacağım” diyen yazarın incelediği, geçen sene açılan Terminal 5, aksaklıklar nedeniyle oldukça fazla olumsuz eleştiri almıştı.
YENİ TERMİNAL, YENİ İNGİLTERE
Uçuşun kısa tarihinde, yolcuları varışın onuruna yakışır şekilde karşılayacak mimari standardı yakalayan havaalanı pek olmadı. Pek azı, Kudüs’ün, kavrulan Şefelah düzlüklerinden, hırsız kaynayan sokaklardan Kutsal Şehir’e gelen yolcuları karşılayan Jaffa Kapısı’na yaklaşan örnekler sunabildiler.
Oysa Terminal 5, bu konuda şansını deneyecek gibi görünüyor. Heathrow’daki eski terminallerde, gözünüzden kaçması zor bir halı türü vardı: Alacalı yeşil, sarı, kahverengi ve turuncu. İnsanın aklına, kusmuk, pub ve hastane getiriyordu. Şimdi ise, tam tersi, şık gri karolar döşenmiş, aydınlık koridorlar cam panellerle kaplanarak, rahatlatıcı açık yeşil bir ışık elde edilmiş. Tuvaletlerin tesisatı konusunda cömert davranılmış, her bir kabinin kapısı ağır ahşaptan.
Bu yeni yapı, İngiltere için de yeni bir fikri temsil ediyor: Teknolojiyle barışık, geçmişe takılıp kalmayan, demokratik, toleranslı, akıllı, eğlenceli, inat ve alaycılıktan uzak bir ülke. Tüm bunlar işin basitleştirilmiş hali elbette. 20 kilometre ötede, batıda ve kuzeyde, terminalin duvarlarına ve tavanına işlenmiş bütün bu kodları yerle bir edecek küçük köyler, yıkık malikâneler var.
Ne olursa olsun, Geoffrey Bawa’nın Colombo’daki Parlamento Binası ya da Jørn Utzon’un Sydney’deki Opera Binası gibi, Richard Roger’ın Terminal 5’i, hırslı mimarinin, bir kimlik yansıtmaktan çok, yaratmak üzerine kurulu ayrıcalıklarından faydalanıyor. Yolcuların, pasaportlarını damgalatmak, bavullarını almak gibi işlemler süresince geçirecekleri bir saat civarındaki vakitte, Birleşik Krallık’ın, bugün olduğu değil, bir gün geleceği yeri hissettirmeyi amaçlıyor.
İnişten sonraki kısa yürüyüşün ardından yolcular, yasal ağırlığın dozunu düşürmek için büyük çaba sarf eden bir salona giriyorlar. Bariyerler, silahlar, korunaklı kabinler yok. Baş hizasının üstünde bir tabelanın hafif ışığı yanıyor, yerde ince granit bir çizgi salonu bölüyor. Güvenlik elbette orada hazır bulunuyor. Görünmez olacak kadar kendilerine güvenliler; herhangi bir acil durumda ortaya çıkacaklar. Temizlik ekibi günde üç kez, bir tarafta uçakların durduğu sahipsiz topraklarla, Büyük Britanya sakinlerinin hizmetine sunulmuş parfümerilerin, cömert kütüphanelerin, kanalizasyon suyuyla büyüyen bitkilerin, yaya geçitlerinin olduğu tarafı ayıran o ince çizgiyi süpürüyor. Ama bilgisayarın en ufak hatasında, tüm bu mutlu vaatler yerle bir olabilir. Güvenlik çağırılır, talihsiz yolcu salondan alınıp, iki kat yukarıdaki odalara götürülür.
Terminalin oyun salonuna bırakılan Etiyopya Veya
Somali’den gelen az sayıda çocuğun aklında İngiltere; Quavers marka cipsler, jelibonlar ve kare kutularda meyve sularından oluşan, dijital çalar saatler hediye edecek kadar zengin, güvenlik görevlileri oyuncak trenin vagonlarını birbirine monte edecek kadar becerikli bir ülke olarak kalacak.
BAVULLA BULUŞMANIN MELANKOLİSİ
Çocukların oyun odası da acı verici keskinlikte. Bir Brio treni, Lego City oluşturmaya yetecek kadar lego parçası, bir kutu Caran d’Ache boya kalemi, odada tecrit edilen her çocuk için, onlarda kalacak paketlerce abur cubur ve plastik hayvanlar. Böylece, Etiyopya ya da Somali’den gelen az sayıda çocuğun aklında İngiltere; Quavers marka cipsler, jelibonlar ve kare kutularda meyve sularından oluşan, dijital çalar saatler hediye edecek kadar zengin, güvenlik görevlileri, oyuncak trenin vagonlarını birbirine monte edecek kadar becerikli bir ülke olarak kalacak. Yan tarafta, her kelimenin polis tarafından kaydedildiği, nispeten daha boş bir odada, başarısız göç başvurularını duygusuz görevlilere açıklamaya çalışan ebeveynleri, ülkenin başka bir yüzünü tecrübe ediyor oysaki.
Tarih boyunca, bagaj alım bölümünde çok az neşeli an yaşanmıştır. Yine de terminal, yolcuların iyimserliğini korumak için elinden geleni yapmaya çalışır. Yüksek tavanı, kusursuz beton duvarları, ortalıkta boş bekleyen el arabaları vardır. Dahası, iyi günlerde bavullar da çabuk gelir. Heathrow’un taşıma bandından sorumlu Hollandalı şirket Vanderlande Industries, bavul lojistiği konusunda dünya lideri. Terminalde, saatte 12 bin bavul taşıyan toplam 17 kilometre uzunluğunda taşıma bandı var. 140 bilgisayar, bavul etiketlerini tarıyor, her birinin gittiği yeri belirliyor, patlayıcı madde kontrolü yapıyor. Makineler, bagajlara, çok az insanın gösterebileceği seviyede ilgi gösteriyor. Bavullar transitte bekliyorsa, robotlar onları yatakhanelerine taşıyıp, nazikçe sarı döşeklerin üzerine yerleştiriyor. Burada, aynı yukarıdaki lounge’da yayılan sahipleri gibi tembel tembel geri alınmayı bekliyorlar. Çatıya ya da dolaba kaldırılana kadar, birçok bavul, sahiplerinden çok daha ilginç bir tatil geçiriyor, daha sıra dışı şeyler görüyor.
Yine de sonunda, yolcunun bavuluyla buluştuğu anın, telafisi mümkün olmayan bir melankolisi vardır.
Havada, hiçbir yük olmadan geçen saatlerde yolcular, aşağıdaki ormanlara, kıyılara bakıp gelecekle ilgili umut dolu planlar yaptıktan sonra taşıma bandının yanında, birden maddi dünyayla ve hayatın külfetiyle yüz yüze gelirler. Uçakla, bagaj alım salonu arasındaki zıt âlemde, doğal güçlerin yarattığı ikilik iş başındadır. Madde ve ruhun, ağırlığın ve hafifliğin, bedenin ve canın dikotomisinde, eşitliğin negatif tarafı, hep Vanderlande’nin gelişmiş taşıma bantlarında ilerleyen siyah Samsonite’a bağlıdır.
İçinde limon yeşili bir bikini, Freud’un ‘Uygarlığın Huzursuzluğu’nun okunmamış bir kopyası, Chicago’daki otelden çalınmış bir bornoz ve anti-depresanlar olanlar gibi, her bavul, yoğun bireyselliğin simgesidir; burada insan kendinden başka birini düşünmeye başlayamaz.
Bandın etrafında, sanki Roma trafiğinde sıkışmış gibi, birbirlerine bir santim yol vermeyi reddeden el arabaları arasında sıkışıp kalırız. Kanatlarına tekerlekli bavullar bağlanmış, yerinden edilmiş melekleriz burada.
Alain de Botton’un, Heathrow Havaalanı’nda bir hafta geçirdikten sonra, gözlemlerini yazdığı son kitabı ‘A Week at the Airport: A Heathrow Diary’den, yazarın izniyle kullanılmıştır. Tüm hakları Tempo’ya aittir.
10 BİN KİTAP HEDİYE
“Bir Marslıya modern uygarlığın, iyisiyle kötüsüyle her şeyini göstermek isterseniz, onu kesinlikle bir havaalanına götürmelisiniz” diyen Alain de Botton’un Heathrow gözlemlerinden oluşan kitabından 10 bin kopya, terminali ziyaret edenlere dağıtılıyor.
Havada, hiçbir yük olmadan geçen saatlerde YOLCULAR, aşağıdaki ormanlara, kıyılara bakıp, gelecekle ilgili umut dolu planlar yaptıktan sonra, taşıma bandının yanında, birden maddi dünyayla ve hayatın külfetiyle yüz yüze gelirler.
Alain de Botton
tempo
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder