. 60-64
(...)
Geçmişin kişiselleştirilmesine ait başka çarpıcı örnekleri, radyonun tarihiyle ilgili 1970-80'lerde hazırlanmış ve yayınlanmış radyo programlarının(1) kurgulanma mantığında da bulmak mümkün. Bu programların, bazı arşiv kayıtlarına dayansa da, yayıncıların yorumsal süzgecinden geçerek hazırlanmış, geçmişe yönelik bir araştırma-kurgulama olduğunu belirtmek gerek. Bu yüzden bu programları radyoya ilişkin arşiv belgeleri olarak değil, "radyo anıları" olarak düşünmek daha doğru olacaktır. Sözü edilen programlarda radyonun tarihi "ilginç" anıların bir araya getirilmesi ve araya serpiştirilen eski müziklerle oluşturulmuştur. Programlardan birinde radyonun ilk yılları "dünyanın küçülerek" radyoya sığması olarak betimlenir.(2) Küçülen dünyada ise sürekli yaşanan aksaklıklar, muziplikler, yanlış anlamalar, ve esas olarak duygulanımlarla kişiselleştirilmiş deneyimler aktarılmaktadır. Birkaç örnek verirsek: 1920'lerin sonunda Ankara Radyosu Müdürlüğü yapan Hayrettin Bey'in o döneme ilişkin kara mizah sayılabilecek anısı şöyle: Radyo binasında "daktilo düştü" diye yükselen çığlıkları, yeni tamir edilen ve tescilli devlet malı olan yazı makinesinin düşmesi olarak anlayıp telaşlanıyor, oysa düşen makine değil, pencereden atlayarak intihar eden sekreter! Kimi zaman "ilginç"lik olaylardan çok duygularda yatıyor. Örneğin Safiye Ayla, 1930 başlarında İstanbul'da Yeni Postane'nin üzerindeki "radyo müessesesinde" söylediği ilk şarkıyı, "Nerdesin gönlümün nazlı civanı, nerdesin..." adlı şarkıyı anarken, "tabandan gelmiş bir insan olarak hem kendime hem de halka sesleniyorum... dinleyenlere benden bir şey intikal ediyor," diyerek anılardaki yoğun duygularını öne çıkarıyor. Benzer bir şekilde 1949 Avrupa Serbest Güreş finalini radyoda Eşref Şefik ile birlikte sunan ve "Muhteşem Amca" olarak anılan spikerin "dokunaklı" anısı şöyle: "...nihayet Türküm, dünya şampiyonası yapılıyor ve dünyada tek adam olarak Türk milleti kalıyor ve sen de mensubusun, İstiklal Marşı çalıyor, bayrak çekiliyor, hüngür hüngür ağladım, beni dinleyen bütün memleket de benle beraber ağladı." Bazen de anılar, radyonun bir okulu çağrıştıran işleyişine ilişkindir. Bu anılar, tarihi çocuksulaştırır. Örneğin İstanbul türkülerinin "unutulmaz sesi" Radife Erten Ankara Radyosunun bir "mektep" olduğunu anlatıyor: "Kapatırlardı stüdyoyu, 3 saat, 4 saat çalışırdık, hocamız Nuri Halil Bey gelirdi, diğer hocalar da gelir kontrol ederlerdi, kim çalışıyor, kim çalışmıyor, çıkınca çalışmayanın kulağını çekerlerdi." Başka müzisyenler, Mustafa Çağlar ve Necmi Rıza Ahıskan ise, yatılı okul anılarını çağrıştıracak şekilde, karanlık odada birbirlerini korkutmak için yaptıkları muziplikleri anlatıyorlar.
Bir başka "radyo anıları" programının (3) radyonun tarihine ilişkin vurgusu gene kişisel anılarda dile gelenler... noksanlar, yoksunluklar... ama yine disiplin ve duygular. 1930'ların başında Ankara Palas'ın altında sürdürülen yayın, teknik imkânsızlıklar, odacıya teslim edilen bantlar, "her şey kifayetsizdi" sözlerinde ifade buluyor. Bu programda da ilerleyen yıllardaki "ilginç" ve "komik" anılara değiniliyor. 1940'larda spikerlik yapan ve iki kadın spikerden biri olan Berter Tali, savaş yıllarında gazetelere haber yazdırırken nasıl uyuduğunu, mikrofonu kapamayı unuttukları için yayına giren konuşmalarını aktarıyor. Sonradan radyodan ayrılıp Amerikan Büyükelçiliğinde mütercim olarak çalışmaya başlayan Tali, "radyolarımız birer okul olmuşlardır," diye bitiriyor sözlerini. Diğer kadın spiker Emel Gazimihal ise 1937 yılında başladığı spikerlik yıllarında gene birçok aksaklıktan söz ediyor: "Gece saat 11, ben haberleri okuyorum. Çok heyecanlı bir haberdi harp hakkında. Bir aralık ben konuşurken tıkır tıkır bir şeyler oluyor. Susup etrafıma bakıyorum, ses kesiliyor. Hoparlörün arkasına rahatlıkla bir insan saklanabilirdi. Ben haber okuyorum, tıkırtı devam ediyor, ben susuyorum, tıkırtı kesiliyor. Heyecanlandım. Plakları da biz kendimiz çalardık, altında da küçük bir kâğıt sepeti. İçinde de bir fındık faresi... Düşünün ben fareden korkan birisi olmuş olsaydım ve heyecanla bağırmış olsaydım... düşünün artık Türkiye'nin halini... tasavur edebilirsiniz, tam savaş sırası... işgale mi uğradık diyeceklerdi." Özellikle canlı yayınlardaki "aksilikler" ilgi çeken bir tema olarak beliriyor. Ancak radyodaki disiplin, hatta "korkunç disiplin" çeşitli aksiliklere eşlik eden bir tema. Bir kanun sanatçısının dediği gibi, "Müdür beyin merdivenlerinden çıkamazdık, koridorda elimizde sigara dolaşamazdık, gene de memnunduk, disiplin olan yerde memnuniyet olması lazım." Nitekim sonuçta "sevgi" her şeyi tatlıya bağlıyor. Emel Gazimihal, başka birçok eski radyocu gibi, yenilere şu öğütü veriyor: "Ancak bu mesleği çok severseniz, bu işi yapınız. Eğer sevmezseniz bu meslekte muvaffak olunamıyor."
Bu programlarda dile gelen anılarda, yer, zaman ve tekniğin deneyimlenmesiyle ilişkili olarak çeşitli öznellikler beliriyor. Bu öznellikler, bu programlarda "ilginç" olmak için bir araya getirilmiş olsalar da milli söylemin ölçeğiyle gerilimli bir ilişki içinde duruyorlar. Bir yandan ideali ve sevgiyi öne çıkarırken bir yandan da tekniğin ve koşulların bu idealden nasıl uzak düştüğüne ilişkin veri sağlıyorlar. Kişiselleştirilen ve radyonun birçok yayıncı tarafından bir okul sayılmasıyla çocuksulaştırılan radyo tarihi, disiplin temasıyla milli bir kurumun işleyişini ve kendi öznelerini yaratma çabasını ortaya koyarken, yine de bundan sonraki bölümde ele alacağım radyonun milleti temsil etme retoriğiyle bir mesafe yaratmaktan kaçınamıyor. Bu mesafenin daha belirgin olarak ortaya çıktığı iki örneğe daha değinmek istiyorum. Birincisi radyoda programcılığa 1945'lerde başlayan Orhan Boran'ın bir naklen eğlence programına ilişkin anısı. Sarıyer'deki bir gazinodan naklen yayın yapmak üzere oraya giden Orhan Boran ve radyo ekibi teknik bir aksaklıkla karşılaşırlar. "Sarıyer'de bir gazinoda çukurda kaldık. Sesimiz gitmedi. Bunun üzerine gazinonun uzağında bir yere, bir tepeye çıkıp, önümüzde gazino varmış gibi, olmayan birtakım numaraları oluyormuş gibi anlatmak zorunda kaldık. Gazinonun içindeymişiz gibi, ekibin içindeki arkadaşların mırıltıları ve şakşakları arasında güya bir eğlence yerinden nakil yaptık."(4) Bu anıda vurgulanan "mış gibi" yapmanın Türkiye'deki modernliğin tartışılmasında sıkça kullanılan bir ifade olduğunu hatırlayacak olursak, anının dile getirdiği "aksaklık" ile radyonun resmi söylemde vurgulanan işlevi arasındaki bölünme daha boyutlu bir anlam kazanabilir. İkinci anı ise 1943'ten sonra radyo tiyatrolarında rol alan Hayri Esen'den: "19 Mayıs günü Kemal Tözem'in yazdığı bir oyunu oynuyorduk. Ben de 'baba'yı oynuyordum. Bir yerinde çocuklara, 'çocuklar şimdi 19 Mayıs Stadyumundan milli şefin nutkunu dinleyeceğiz, saati geldi,' diyorum ve radyoyu açıyorum. Açtık ama nutuk yok. Plaktan gelecek ama yukarıda bu işi yapacak mühendis hanım eline bir kitap almış, okumaya dalmış, sinyali görmemiş, plağı da koymamış. Tahsin Temren bir geçiş plağı koydu, o şeyi atlattık. Ama sonra yine sorgu sual oldu. Bizi sorguya çektiler" (a.y.). Bu anı da milli hassasiyetlerle kurumun işleyiş şekli arasındaki gerilimi ortaya çıkarıyor.
(...)
Notlar
(1) TRT döneminde radyoda yayınlanmış ve ses kayıtlarını bulabildiğim radyonun tarihiyle ilgili programlar şunlardır: 4 dizilik "Türkiye Radyolarında Yarım Yüzyıl", Yücel Ertugay, 1975; "Radyo Anıları", Elçin Temel (tarih belirtilmemiş); "Günün İçinden", Sezi Ergun, Zehra Kurttekin, 1987.
(2) "Türkiye Radyolarında Yarım Yüzyıl", Yücel Ertugay, 1975. Met
(3) "Radyo Anıları", Elçin Temel.
(4) "Radyo Anıları", Elçin Temel.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder